İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Stefan Yerasimos

Murat Belge

Stefan Yerasimos yeri doldurulması çok güç bir kişilik. Aslında ‘yerini doldurmak’ deyimi anlamsız bir deyim, çünkü hiçbir bireyselliğin yeri doldurulamaz. Ama Stefan kişiliğinden olduğu gibi konumundan da
ileri gelen özellikleri sonuna kadar geliştirmiş ve inceltmiş, gerçekten bu dünya yüzünde benzerine az rastladığımız insanlardan biriydi. Yokluğu, doldurulamayacak bir boşluk yaratacak.

Bir İstanbul Rum’u olarak zaten ‘nesli tükenen’ bir kategori içindeydi. Bir İstanbul aydınıydı aynı zamanda. Bunu, İstanbul’la özel olarak ilgilendiği, tarihini incelediği için söylüyorum; ‘aydın’ olmanın bir kent veya bir ülke ‘aidiyeti’ gerektiren bir şey olduğunu düşündüğüm için değil. Elbette her insan gibi bir ‘aydın’ın da dilini konuştuğu ülke ve yaşamayı seçtiği kentle özel ilişkileri olması doğaldır. Ama bazı nesnel zorunluluklar da aydını bu gibi aidiyetlerden uzağa, birtakım evrensel/uluslararası pozisyonlara doğru çeker. Sanırım aydını harekete geçiren dinamik de bu gerilimden doğar.

Stefan Yerasimos aynı zamanda bir İstanbullu ve bir Yunan aydını, ama gene aynı zamanda evrensel/uluslararası bir aydındı. ‘Anadili Yunanca olan ve hayatının önemli bir kısmını -son yıllarını Paris’te geçiren bir İstanbullu’ deyince nasıl bir entelektüel hinterlandın ortasında yer aldığını daha net bir şekilde betimleyebiliriz belki.

‘Anadili Yunanca olan İstanbullu Türk yurttaşı’ tamlaması, burada yer alan bütün olguların sahip olduğu tarihler nedeniyle,bayağı yüksek dozda gerilim içeren bir karışım meydana getiriyor. Ama Stefan Yerasimos’a baktığımızda, onda böyle bir gerilimin sonuçlarını görmezdik. Tam tersine, son derece sakin ve ağırbaşlı, anlayışlı ve nesnel, kendinden ve görüşünden emin bir insan bulurduk karşımızda. Çünkü o Yunanistan’la hesabını da, Türkiye’yle hesabını da, evrensel/uluslararası bir aydın olarak birikiminden aldığı değerlerle, onun sağladığı nesnellik içinde görmüştür, görmektedir. Onun için sakindir, Yunan iddiasına karşı Türk’ü, Türk iddiasına karşı Yunan’ı savunabilir, çünkü zaten sorun ‘savunma’ değil, sorun, konuyu gerekli verilerle, gerekli çerçeve içinde tartışabilmektir. ‘Ermeni kıyımı olmadı’ gibi bir iddiayı onaylamasına imkân yoktur, ama bu iddiayı oradan buradan saran abartmalara, çarpıtmalara karşı da son derece duyarlıdır.

Tekrar tekrar söylediğim gibi, evrensel bir aydının donanımıyla donanmış olduğu halde, ilgi alanı çok zaman Türkiye, çok zaman İstanbul oluyordu. Bunu da bizim için bir şans sayabiliriz herhalde. Çeşitli alanlara yayılmış köklerden gelen besinle büyüyen meyvenin, bu alan içinde tek bir noktaya dökülmesi gibi, o nokta için çok mutluluk verici, ama ötekilere ‘haksızlık bu’ dedirtecek bir durum.

İlk yazdıkları, daha sonra da hep yapacağı gibi, Türkiye’yi geniş bir bağlam içinde ele alıyordu: Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (üç cilt). Türk-Sovyet ilişkilerini ele aldığı kitabı daha özgül bir alanı inceler. Bundan sonra Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri dünyada fazla benzeri olmayan enfes bir kitaptır. Arap, Bizans, Türk bir yığın kaynağı tarayan, müthiş bir araştırma örneğidir. Visite Privée’de ve İmparatorluklar Başkenti İstanbul’da kentle ilgisini devam ettirdi ve geniş bilgi birikimini ortaya koydu.

Milliyetler ve Sınırlar, altbaşlığı olan ‘Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da bugün olanların tarihi açıklamasını getiren, çok öğretici bir kitaptır.

Çok önemli bir tarihçi ve bilim adamı, çok iyi bir arkadaş kaybettik.

Yorumlar kapatıldı.