İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915´ten 2005´e

Mine G. Kırıkkanat

Bugün ilk kez güneşe çıktım. Mahallenin bıçkın katozu Türkiye, topal ihtişamıyla gelip oturdu karşıma. Yarıdan kopuk dördüncü bacağını kaldırıp, siyah-beyaz çenesine dayadığında, ‘Hoş geldin!’ diyor sandım. Ben de çay bardağımı ince belinden tutup, ‘Hoş bulduk,’ diye kaldırdım. Bir hükümdarın, devrik olsa bile tebayı doğrudan muhatap alması tabii ki beklenemezdi, yarım bacağının tüylerini yalayarak yanıtladı hürmetimi. ‘Bak ayaktayım, ölmedim!’ diyordu elbette. Sevindim. Üzerinde hiçbir mülkiyetim, alışkanlıklarında en küçük bir yerim, çıkar ilişkim, sevgi alışverişim olmadan bağlandığım bu bıçkın katoz ufkumdan eksildiğinde, bir şeyler kopacak içimde, hissediyorum…

Kediler, yalnız ölmek isterler. Saklanırlar ölmek için. Hepsi. Ama yalnızca sokak kedileri başarır gizli ölmeyi. Yoklukları fark edildiğinde, onlarsızlığa alışılmıştır.

Oysa ülkeler, saklanamayacak, gizlenemeyecek kadar büyüktürler.

‘Bir çay daha,’ dedim gölge çocuğa. Getirdi. Hükümdar değildi, kendi gözünde kendini eşitim bile saymadığı, beni muhatap almak çabasından belli, ‘Sen bu gazeteleri mi okuyorsun?’ diye sordu. Yaban ellerde hemşerisine rastlamışlığın heyecanı vardı sesinde. Laubalilik kesmeye idmanlı cellat gözlerimi dikip, baştan aşağı süzdüm doğramadan önce. Gencecik, kara kuru bir gövdesi, ama yeşil gözlerinde çakmak çakmak bir masumiyet vardı. Yumuşadım. ‘Evet,’ dedim. ‘Aferin!’ demez mi? Bu ne samimiyet şaşkınlığımı üzerimden atamadan, ‘…. da okuyor musun?’ diye ekledi. Söylediği gazetenin ne adını, ne sanını biliyordum.

‘O da solcu. Ama Kürtlere yakın, yani anlarsın ya…’ dedi.

Duymazlıktan gelip, kopuk bacağını altına çekip ihtişamını güneşe yayan katoza çevirdim gözlerimi. Bakışlarımda onun kibirli yalnızlığı, dilimde kızılcık şurubu diye içilen kan tadı, bir topal kedinin yaralı görkemine büründüm. Konuşma bitmişti. Gölge çocuk anladı ve gitti.

Osmanlı İmparatorluğu 1915.

Türkiye Cumhuriyeti 2005.

Tekerrür eden bir tarih, yenilemeyen bir makûs kader.

Pusuya düşürülen askerler, öldürülen teröristler, şehit cenazeleri yine haber.

Dün Ermenilerdi, bugün Kürtler. Doğu’dan, hep Doğu’dan başlıyor iç kanama, kapanmayan, kapatılmayan bir yaradan sızıyor, yayılıyor bu topraklara.

Dün Rus üniformaları giyiyorlardı, bugün Amerika dikiyor tulumlarını.

Düşman Ruslara yamanıp Osmanlı’yı pusuya düşüren Ermeni Komitacı çeteleri dayandığı tabandan koparamayan payitaht, 1880’lerde doğan bir isyanı boğmak için 1915’te hain masum ayırt etmeden tehcire başladı. Bazı Kürt aşiretleri, kıyıma dönüşen bu tehcirde Osmanlı’nın yanında, elinde, hatta ileri gücü, vuran, öldüren mızrağıydılar.

1990’dan öteye Suriye, Irak, İran’da beslenip Türkiye’ye saldıran PKK çeteleri, bölgedeki tabandan koparamayan Türkiye Cumhuriyeti, hain masum ayırt edemediği için ne yaptı? 80 yıl önceki Ermeni tehcirinde Osmanlı’nın yanında, yer alan Kürtleri, resmen alınmayan bir tehcir kararıyla Batı’ya göçe zorladı, nüfus yoğunluğunu dağıtmaya çalıştı. Belki kıyılamayacak kadar çoktular, belki Osmanlı kadar köşeye sıkışmış değildi devlet, az buçuk demokrasi vardı, görünüşü kurtarmak gerekiyordu:

30 bin ölüye rağmen Ermeni kıyımı gibi bir kıyım yapılmadı bu kez. Sonucu görüyorsunuz: Bu kez Amerikan silahları ve Washington’da dokunan poşularıyla geliyorlar geri. Ve artık, Türkiye sathına yayılan bir Kürt milliyetçiliği var arkalarında.

Güdük bir milliyetçilik yarışında, Kürtçülükle Türkçülük karşı karşıya. Birbirini köpürtüyorlar, çünkü birbirlerine dayanarak yükseliyorlar.

Mahkeme kapılarında, PKK yanlısı ve karşıtı olarak küfürleşiyor, dövüşüyorlar. Halk arasında yayılıyor karşılıklı nefret artık.

Ve bu kez, nefret yurt sathına dağınık.

1915’in kin bedelini ödemeye yeni başlayan Türkiye, 2005’te yeni bir kan bedeline itiliyor, eli kolu bağlı, göz göre göre. Bu kan bedelinin tarihsel kini, yine yenen tarafa yönelecek.

Yenen cellat olacak, yenilen kurban yine. Ve tarih kim kahramandı, kim haklıydı, yine söylemeyecek.

Yorumlar kapatıldı.