İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye bugün de imtiyazlı

AB ile özel ilişki önerileri kabul edilemez. AB’nin karar organlarında temsilci bulundurma imkânı tanımayan hiçbir statü, Türkiye’nin AB ile bugünkü ilişkisinden ‘daha iyi ve ileri’ kabul edilemez

ALİ SAİT YÜKSEL

Türkiye’deki kamuoyunu hazırlama görevi üstlenen bazı Batılı kuruluşların temsilcileri kanalıyla bugünlerde piyasaya sürülen, Türkiye’nin AB üyeliğinin kararlı muhaliflerinin yeni oyunlarının adı ‘imtiyazlı ortaklık!’ Daha 1994’te Gümrük Birliği müzakereleri tamamlanırken, ünlü Alman Spiegel dergisinde çıkan haber/makalede o zamanki Komisyon Başkanı Prodi’nin ‘laf aramızda’ tonunda muhabire söylediği şu mealdeki sözleri yayımlanmıştı: “Önce Türkiye’yi birkaç yıl sakinleştirmek, konuya yaklaşımlarının hararetini düşürmek lazım. Bu sağlandıktan sonra Türkiye’nin önüne imtiyazlı başlıklı (aslı Gümrük Birliği’ne değil, 3. ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanmasına gerek bırakmayan, daha gevşek zemine oturtulan) ve sadece aramızdaki ekonomik ilişkileri liberalize eden bir ‘Serbest Ticaret Bölgesi’ modeli konur. Hatta buna belki ileride AB’ye fazla yakınlaşmak istemeyen İsviçre türü ülkeler de katılırlar.” (Son reçetenin imalatçısı Alman CDU partisinin Stoiber gibi belirli çevreleri şimdi bunlara; Ukrayna, Moldavya hatta Tunus gibi ülkeleri de ekliyorlar).

AB üyeliğinin müzakere tarihinin somutlaştığı bu dönemde konu, Almanya muhalefeti tarafından; Türkiye’nin politik olarak ‘istenmeyen’ yönlere kaymasını önleyecek yeni bir model olarak yeniden gün ışığına çıkarıldı. Alman vatandaşlığına geçen Türklerden fazla bir beklentisi olmayan ve hatta Schröder’i iktidar yapan son 4 hane rakamlık oyların ‘suçlusu’ olarak gördükleri ‘Türk’ seçmeninkinden çok daha prim sağlayacağı hesabıyla bayan Merkel, ‘model’i iç politikaya servis etti. Merkel ayrıca, Türkiye’yi tam üyeliğe sokmasın da ne olursa olsun telaşındaki Fransız muhalefetine de temcit pilavını aktarabilmeyi başardı.

Sunulacak ‘sulu dilimler’

‘İmtiyazlı ortaklık’ önerisinin Türkiye için çekiciliği şu gerekçelerle vurgulanacak:

Var olan gümrük birliği genişler, örneğin bazı hizmet hareketi serbestliği konuları da bunlara eklenir (aslında AB’nin bu alandaki öncelikli derdi, Türkiye’nin bütün ihalelerinin AB’ye açılması) ve:

Türkiye’nin, tam üye olmanın gerektirdiği (gıda sanayii sağlık ve standartlaştırılmasından çevre kurallarının yaygınlaştırılmasına kadar) bir dizi ekonomik yüklerden ve ‘sıkıntılardan’ kurtarıldığı havasını veren, ipe sapa gelmez bir dizi rakam ve hesaplarla Türk kamuoyunu tam üyelikten soğutmak;

Gereksiz 10 yıllık müzakere süreci zahmetinden kurtulunacağı ve yeni statüye kısa sürede ulaşılacağı vurgusu (Türk basınının kazanılmaya yatkın kalemlerine ikna turu organize edenlerin temsilcileri, yerine göre “bu iki müzakere (yani hem tam üyelik hem imtiyazlı ortaklık) birlikte yürütülür”ü de ekliyorlar. Kısa sürede bağlanacak diye sundukları ‘imtiyazlı reçete’ noktalandıktan sonra, daha neyin ve nasıl müzakeresine devam edileceğine değinilmeksizin!)

Böylece 17.12.2004 müzakerelere başlama kararında şimdiden yer alan 2014’ten itibaren Türkiye’nin AB finans sistem ve fonlarıyla ilişkilendirilmesi konusu da rafa kalkar ve standart finansal destek vaatleriyle yükü geçiştirme imkânı bulunur.

Ve tabii işçi hareketleri serbestliği tartışması da tarihe gömülür.

Almanya’daki tartışma

Bayan Merkel’in imtiyazlı ortaklık flaması Alman iç politikasında neredeyse dibe vurdu. Aslında CDU içinde de Türkiye’ye karşı sonu gelmez oyunlara kanıksamış ve uluslararası hukuka saygılı olanlar da eksik değildir. Bunlardan biri olan eski savunma bakanı Rühe geçen haftalarda şunları söyledi:

“AB’nin, Türkiye’yi dışarıda bırakıp onu belirsizliklere muhatap etme lüksü yoktur. Partimizin ortaya attığı imtiyazlı ortaklık, boşa kürek çekmektir. Türkiye’nin bugünkü durumu zaten (tam üyelik hariç) bütünüyle bir imtiyazlı durumdur. Bunun neresi daha da imtiyazlanacakmış ki?” Daha çok muhalif CDU çevrelerin gazetesi sayılan Süddeutsche Zeitung’un seçkin yazarı Prantl bile öneriye şu satırlarla karşı çıkmıştı (17.12.2004): “Türkiye ile zaten bir ortaklık ve bir de Gümrük Birliği anlaşmamız var. Bunun daha imtiyazlısı, fakat tam üyelik değil, nedir ki bu, Türkiye’ye önerilecek olan? Merkel de bunun makul cevabını bilemediği için, imtiyazlı bir mağlubiyeti sineye çekmek zorunda kaldı.”

Schröder de bu sıralarda yeniden Türkiye’ye artık ‘dürüst’ davranma zamanının geldiğini tekrarladı. Ünlü İsviçre gazetesi Neue Zürcher Zeitung (01.12.2004’te) şunları yazıyordu: “(Türkiye ilişkilerinde) AB’nin artık sonu gelmeyen aldatmacalıklarından vedalaşmasının zamanıdır.” Zaten Chirac “müzakerelerin her an kesilebileceği ve tam üyeliğe alternatif bir imtiyazlı ortaklığın görüşülmesine geçilebileceğini” 17 Aralık 2004 kararlarına koydurmayı başarmıştır. Türkiye’nin AB üyeliğinin onulmaz muhalifleri Türkiye’yi daha şimdiden bu yola sokabilme hırsıyla bıktırma ve hassas olduğu konuları Türkiye’nin önüne bir bir yığarak daha şimdiden “tamam vazgeçtim tam üyeliğinizden, eksik olsun” itirafını koparmanın telaşındadırlar. Ermeni ve Kürt sorunları ve daha nice bezdirici yeni isteklerle ortaya çıkmanın bu stratejinin basamakları arasında yer aldığı kuşku götürmez

Böyle bir statüde AB’nin müdahale etmek istediği ülke ve yörelere yollanacak asker sayısını belirleyecek bir organda Türkiye’yi temsil yetkisi vermek, Türkiye’nin tek ihraç ürününü asker olarak görmek isteyenlerin görüş açısını yansıtır. Oysa önemli olan AB Konseyi ve Komisyonu’nda Türkiye’nin oy hakkı sahibi olabilmesidir; bu da ancak tam üyelikle sağlanabilir. 1994’te AB ile (ortak Konsey kanalıyla) Gümrük Birliği (GB) tamamlandıktan sonra Conrad otelinde zamanın başbakanının da katıldığı bir konferans/ sempozyum düzenlenmişti. İşte GB yoluyla AB’ye ‘arka kapısı’ndan giriyoruz havasında! Toplantıda Borusan’ın ‘sahibi’ seçkin işadamı kalkmış ve bir soru sormuştu: “Peki şimdi GB’ye girdikten sonra Türk çelik ihracatına AB’nin uyguladığı ardı arkası kesilmedik damping tehdit ve önlemlerinden artık kurtulacak mıyız?” Zamanın müsteşarı gümbür gümbür bir ‘Evet’i bastırmıştı.

Dampingin hışmı

Oysa Türkiye GB’den sonra da, AB’nin en çok damping hışmına uğrayan dünyadaki ilk beş ülke arasında olmağa devam etmiştir. Çünkü damping tehditlerinin önlem ve cezaya dönüştüğü AB Konseyi kararlarında üyeler arasında ‘al gülüm, ver gülüm’ kuralı geçerlidir. Bir üyenin getirdiği damping istemini öbürü kolaylıkla kabul eder, aksi halde gelecek sefer de öbür üye onun isteğini reddeder.

Bu tür AB temel karar organlarında temsilci bulundurma imkânı verilmeyen hiçbir statü, Türkiye’nin AB’ye bugünkü statüsünden daha iyi ve ileri değildir.

Konuyu bir ucundan tanıyan kimi değerli yazarlar arasında bile 10-15 yıl müzakere edip kesin olmayan sonucu beklemektense, şu ‘imtiyazlı ortalık’a geçiversek ne olur sanki, havasına girenleri ya da yazılarını bu dilekle bitirenleri ibretle seyrediyoruz. Sunulan bu öneri, aslında Türkiye’ye karşı AB’nin 42 yıllık kedi-fare oyununun yeni bir versiyonudur ve Türkiye’yi vehmedilen ‘karşı cephe’ye kaptırmama ve daha kolay yönlendirilecek bir konuma getirmek için yeni bağ ve hükümler altına alma çabalarının ürünüdür.

Müzakereler zamanında başlar

Görünen odur ki, AB 3 Ekim 2005’te Türkiye ile müzakerelere başlama kararı alacaktır. Süreç ve yöntemi örneği görülmedik biçimde belirlenen bu müzakere aşamasında, AB üyelerinin, Türkiye’nin AB üyeliğinden kaygılanacak nedenleri yoktur: Önce 17. 12. 2004 kararına göre bu müzakerelerin ‘ucu açık’tır, yani sonunun nereye varacağı kasıtlı olarak belirlenmemiştir. Sonra müzakere konuları şimdilik 32 başlıkta yürütülecek ve her başlığın kapanıp yenisinin açılışında 25 üye ülkenin onayı gerekli olacaktır; şu anlamda ki sözgelişi bir Güney Kıbrıs (müzakerelerin tamamlanıp bütün parlamentolarca onaylanması ve – gerekli gören üyelerde- referanduma götürülmesinden önce bile) Türkiye AB ilişkileri konusunda en az 33 kez daha veto hakkı kullanma imkânına sahip bulunmaktadır.

Türkiye’yi, tam üyeliğe geçiş dışında AB ile ‘imtiyazlı’ türü nitelendirmelerle herhangi yeni bir antlaşmaya ikna etme çabaları, Komisyon raporunda da sık sık vurgulanan Türkiye’yi dış siyasette daha çok ‘bend etme’ ve Türk ekonomisinde, AB çıkarlarını kollamaya dönük bir hedef şaşırtmacasıdır.

Tek yol tam üyelik

İlişki tam üyelik olmayacaksa, bugünkü Gümrük Birliği statüsünün esneklikleri çok daha geniş ve elverişlidir. AB gelecekte stratejik zorunluluklar kapısını daha şiddetli çaldığı zaman, zaten Türkiye’yi tam üyelik dışında tutma lüksünü sürdüremez. Adaylık kararının alındığı 1999 Aralık’ında, tarihi belirleyen bu günkü metnin saptanması sırasında Konsey

üyeleri Brüksel’de toplantı halindeyken, en yetkili temsilcisini bir geceliğine Ankara’ya yollamış ve Türk dışişleri metne yasal ortam gerçekleştirildiğinde ‘gecikilmeksizin’ müzakerelere başlanacağı gibi yeni ibareleri koydurma fırsatını o zaman bulmuş ve böylece ertesi günkü toplantıya Türk başbakanının katılması sağlanmıştı. Ertesi günkü Batı basınında, “Eğer Türkler ikna edilip toplantıya katılmaları sağlanamasaydı, bu, AB için bir skandal olacaktı” biçiminde yorumlar çıkmıştı.

‘İmtiyazlı ortaklık’ türü hedef şaşırtmacalarına kapılınmazsa AB 10-15 yıl sonrasında bir gün mutlaka Türkiye’nin kapısını çalma durumunda kalacak. Türk diplomasisi metanet ve sabrına özen gösterecektir. Türkiye için ya tam üyelik vardır, ya da yeri geldikçe rahatça rötuşlayabileceği bugünkü statüsüyle dışarıda kalmağa devam edecektir. 42 yıllık hedefi belli çabaya, üçüncü yol bulma ve yeni hedefler keşfetme telaşına düşenlerin kasıt ve niyetlerini Türk kamuoyu artık çok iyi bilmektedir.

Prof. Dr. Ali Sait Yüksel: DPT’nin AB işleri eski temsilcisi, Marmara Üniversitesi emekli öğretim üyesi. Son görev yeri, Almanya’daki Konstanz Üniversitesi

Yorumlar kapatıldı.