İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aman kaybolmayalım(?)

Gündüz Aktan

Gerçekleri olduğu gibi kabul etme cesareti olan herkes AB üyeliğimizin suya düştüğünü anlıyor. Tabii bu durum görünen bir gelecek için geçerli. Yarın şartlar değişebilir.

Buna rağmen, hükümetin 3 Ekim’de müzakerelere başlama kararını anlamak mümkün. Kırk yıldan fazla bir süredir, değişen bunca hükümete rağmen, değişmeyen bu çok önemli politikayı değiştirmenin maliyetini bu hükümet taşımak istemez. Bu nedenle Komisyon’un ‘3 Ekim’de müzakereler başlayacak’ taahhüdünü müzakerelerde sınamayı tercih edecektir. Dolayısıyla üyelikten, belli bir süre için dahi olsa, vazgeçmemiz AB’nin bizi üye yapamayacağını söylemesine bağlı.

Öte yandan AB de bizi üye yapamayacağını resmen bildirmekten kaçınacaktır. Zira bunun da kendisi için çok ciddi siyasi maliyeti var. Bunun yerine Türkiye’nin özellikle ‘azınlıklara’ ilişkin Kopenhag Siyasi Kıstasları’nı gerçekleştirememesini, Kıbrıs ve Ege sorunlarına ilişkin ‘makul’ çözümleri reddetmesini veya Ermeni soykırım iddialarına infial gösterip, pes etmesini bekleyecektir.

Bu durumda, bizi üye yapma iradesine sahip olmayan AB’ye biz giriyormuş gibi yaparken, onlar da alıyormuş gibi yapacaklar. AB, bize bilerek uyguladığı ayırımcılığa isyan ederek bizim üyelikten vazgeçmemizi bekleyecek. Biz de AB’nin her istediğini yerine getirerek onun bizi, sebep göstermeden, üye yapmak istemediğini beyan etmesini bekleyeceğiz.

Böyle bir denklem, bizi üyeliğe götürmeyeceği gibi, AB’yi oluşturan ülkelerle veya Avrupa ile ilişkilerimizi de altüst edebilir. Türk halkı, esasen zor olan kıstasların, bizi üye yapmamak için ağırlaştırılması sonucu, tam yerine getirilememesi nedeniyle uğrayacağı eleştiriler karşısında, kendine güvenini daha da yitirebilir. Bizden taleplerin aşırılığı, milliyetçi tepkinin tehlikeli boyutlara çıkmasına yol açabilir.

Eski sol yeni liberal aydınlar bu kötü senaryoyu destekliyor. Onlar için AB’ye sıkıca bağlanmamış bir Türkiye ummanda kaybolmaktan kurtulamaz. Bunların travmaya uğramış kimlik ve kişilik zaafları tümüyle bu konuda ortaya çıkıyor. Eski sol ideolojileri gibi, AB idealleri de dışa bağımlı.

İçlerinde, son referandumlara kadar üzerinde hiç durmadıkları İngiliz modelini, şimdi kurtarıcı olarak görenler var. Oysa 1999 Helsinki zirvesinde bize adaylık statüsü verildikten sonra, bu aydınlar, AB’nin ulus ötesi bir birlik kurduğunu; ulus-devlet ve milliyetçiliğe son verecek bir uygarlık projesi olduğunu; çok dinli ve çok kültürlü niteliği dolayısıyla üye ülkelerin iç çelişkilerini giderecek bir liberal (ya da radikal) demokrasiyi hâkim kılacağını söylüyorlar ve bu nedenlerle üyeliğimizi destekliyorlardı.

Şimdi İngiltere’nin parasal birliği şart saymayan, serbest ticaret bölgesinden biraz daha ileri bir ekonomik bütünleşme yanında çok sınırlı bir siyasi bütünleşme öngören projesini bu kadar kolayca benimsemeleri, üstün dönme niteliklerini bir kez daha ortaya koyuyor.

Türkiye gayet tabii İngiliz ‘modelini’ benimseyen bir AB’ye üye olabilir, hatta olmalıdır. Zira olaylar İngiliz yaklaşımının çok daha gerçekçi olduğunu onaylıyor. Blair’in bu bağlamda üyeliğimizi desteklemesi de memnuniyet verici.

Ancak AB ‘subsidiarity’ ilkesinin geniş yorumuna yani temel devlet işlevlerinin ülkelere bırakılmasına dayalı bir modele geçecekse, üyelik müzakerelerinin, şimdiki eğilimin aksine, çok daha yumuşatılması gerekmeyecek mi? Böyle bir AB’ye girmek karşılığında Türkiye Alevi ve Kürtlere neden azınlık statüsü tanısın? Yeni modelde üye ülkelerin veto hakkı da anlamını yitireceğine göre, Kıbrıs ve Ege sorunlarını neden Rum/Yunan ikilisinin taleplerine uygun çözmek zorunda olsun?

Tabii Gümrük Birliği’ne veya tek pazara ilişkin AB karar mekanizmalarında yer almamız gerekecek. Ama GB içinde olmak büyük ölçüde böyle bir AB’nin içinde olmak demek değil mi?

İmtiyazlı ortaklık için bile Türkiye’yi AB güvenlik ve savunma sistemine almayı önerenler, yeni modelde bundan vazgeçme lüksüne sahip olurlar mı?

Filikadaki pusulasızlar, merak etmeyin, Türkiye her hava şartında kendi yolunu bulur!

Yorumlar kapatıldı.