İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Vakıflar kanunu eleştirilerine cevap

Sevgili Dostlar,

Nihayet yeni Vakıflar
Kanunu teklifi Meclis
komisyonuna indi.
[1] Ancak Meclis IMF’in öncelikle beklediği Sosyal
Güvenlik ve Bankalar
yasa tasarısı yüzünden sıkışmış durumda, sanırım Vakıflar
Kanunu sonbahara
kalır.

 Tasarıyla ile
ilgili pek çok problem var. En
önemli eksik ise, çeşitli nedenlerle vakıflardan alınan ve  üçüncü kişilere satılan
ya da verilen
taşınmaz malların için bir çözüm getirilmemesi.
Devlet elinde bulunan taşınmaz
malları  ilgili vakıflara vererek bir
haksızlığı giderirken, diğer taraftan vakfın hiçbir hatası
olmadığı halde,
üçüncü şahıslara verilen taşınmaz mallar
konusunda haksızlığın devamına göz
yumması kabul edilemez bir haksızlıktır. Diğer çok önemli
bir eksiklik ise,
örneğin TESEV görüşleri gibi pek çok
görüşün dikkate alınmadan, pek çok konunun
(seçim, seçim bölgesi, kayyım atanması,
yöneticilerin sayısı, denetçiler vb)
yönetmeliklere bırakılmasıdır. Gerçekte sorun olmaması
gereken yönetmelikler,
çeşitli nedenlerle zamanında çıkarılmayınca, cemaat
yönetimi için sürekli bir
sorun haline gelebiliyor. Nitekim, 1949 yılında Vakıflar Kanununda
yapılan
değişiklik ile ilgili yönetmelik çıkarılmadığından, elli
yıl cemaat vakıfları
yine eski  Mazbut vakıflar
yönetmeliğine
ve polisiye kararlara göre idare edilmiştir.

Ne gariptir ki, hala
pek çok eksikleri olan bu
tasarı bile hem muhalefet partisinin bazı milletvekilleri ve hem de
azınlık
karşıtı bir çok grup tarafından azınlıklara verilen taviz olarak
görülebiliyor.
Eşitlik ilkesinin bir gereği olarak Azınlıklara verilmesi normal ve
gerekli
olan pozitif haklar (kendi dillerini kullanma hakkı, kendi kilise ve
vakıflarını kurma ve yaşatma hakkı vb) bir ayrıcalık, bir imtiyaz
olarak
algılanıyor. Halbuki bu haklar azınlık için bir ayrıcalık değil,
çoğunlukla
eşit olabilmesi için çağdaş insan hakları hukuku
açısından gerekli olan pozitif
haklardır. 

Bunlardan biri, Cumhuriyet
Gazetesinde çıkan “
Yabancı Azınlık Vakıflarının Toprak Yağması” başlıklı yazı. Yazarı,
Eski Tapu
Ve Kadastro Genel Müdür Yardımcısı olduğu belirtilen Orhan
Özkaya. Yazarın “
Yabancıya Toprak Satışı” isimli bir de kitabı var. Yazıda başlığından
başlayarak  baştan sona garip iddialar
var, gerçekten bu kadarına hata, yanılma denemez. Sanırım yazar,
eskilerin
tecahülü arifane dedikleri edebi yolla, -kabaca bilip de
bilmezlikten gelme
yoluyla-  yanlış bir yönlendirme
yapıyor.

Önce başlığı ele alalım, ne
demek “Yabancı
Azınlık” ? Konuyla ilgili  herkes Yabancı
ve Azınlık kavramlarının çok ayrı hukuki kategoriler olduğunu
bilir. Yabancı,
eski deyimle ecnebi, yaşadığı ülkenin vatandaşı olmayan  kişilerdir. Azınlıklar ise, -bu konuda kesin
bir uluslararası tanım olmamakla birlikte- 
her zaman en azından, bir ülkenin vatandaşları arasında,
etnik
olarak  farklı olan ve yöneten gruptan
olmayan kişiler olarak tanımlanabilir. Hiçbir zaman yabancılarla
azınlıklar
aynı statüde görülemez. Bu nedenle de karşılıklılık
(mütekabiliyet) ilkesi de
uluslararası yasalara göre sadece yabancılara uygulanabilir,
azınlıklara değil.
Hiçbir ülke kendi vatandaşına karşı mütekabiliyet
ilkesini uygulayamaz,
uygularsa hukuki olmaz.

Biz yabancı
vakıflarla ilgili iddiaları bir
yana bırakıp azınlık vakıflarıyla ilgili iddiaları ele alalım.

Yazar, vakıfların kendi
tasarruflarında
bulunan  taşınmaz malların kendilerine
geri verilmesiyle ilgili belgeleri sıraladıktan sonra, “
Bu belgeler
incelendiğinde, Osmanlı dönemini kapsayanların dahi
geçerlilik taşıdığı
görülmekte, herhangi bir elektrik, su, doğalgaz makbuzu dahi
tapu  almaları için belge yerine
geçecektir. Ayrıca
bu azınlık vakıflarına ait tapu kaydı olmasa dahi usulen vasiyet edilen
taşınmaz mallar da tapuya çevrilebilecektir. Bir diğer
hüküm; bu vakıfların
herhangi bir vakfiyelerinin olup olmamsı hiç önemli değil,
bu yasadan yine de
yararlanabileceklerdir” diyor.
Gerçekten
yazarın
amacını anlamak mümkün değil. Karşı olduğu gerçekte bu
vakıflara ait olduğu
halde çeşitli nedenlerle tapusu alınmamış, alınamamış malların
tapusunun
alınması mı, Osmanlı belgelerinin delil olarak kullanılması mı, yoksa
gerçek
bir vasiyetin tapuya çevrilmesi mi anlaşılamıyor. Her şey bir
yana hangi
nedenle olursa olsun, bir vakfa ait olduğu bilinen, kabul edilen bir
taşınmaz
malın gerçek sahibine verilmesi, bir hakkın devlet tarafından
hak sahibine
verilmesi neden normal sayılmıyor ? Anlamak zor. Olay bu, devlet, bu
güne kadar
vakfa ait olduğu bilindiği halde çeşitli nedenlerle tapusu
verilmeyen (ya da
alınmayan) taşınmaz malların tapusunu gerçek sahiplerine vererek
bir haksızlığı
gidermektedir. Yani azınlık vakıfları, sadece zaten kendilerinin olan
taşınmaz
malların tapusunu almaktadır, başka bir şey değil. 

Yazar devam ediyor: Yine bu yasa, adı
geçen
vakıflara yurtdışında şube açma, dışarıdaki vakıflarla ilişki
kurma, bunların
ülkemizde şubeler açmasına da olanak tanımaktadır.
24.07.1923’te imzalanan
Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili hükümleri, AB uyum
yasaları adına
delinmiş olmaktadır. “1936 Beyannamesi” olarak tanımlanan beyannameye
göre
azınlıklara mal edinme yasağı bulunmaktaydı, yapılan değişik bu yasağı
da
ortadan kaldırmıştır.

Öncelikle, yazar
Anayasanın 10.Maddesindeki
eşitlik ilkesini kendine göre yorumlamıyorsa bu kararın eşitlik
ilkesinin bir
gereği olduğunu anlayacaktır. Burada yapılan sadece tüm vakıflara
tanınan
hakların, cemaat vakıflarına da tanınmasıdır.
[2] Ne fazla, ne eksik.  

Lozan Antlaşmasının
delinmesine gelince,
nedense çok kullanılan bu delinme işlemi sanırım Lozan’ın yeteri
kadar
bilinmemesinden kaynaklanıyor. Bırakalım Lozan’ın delinmesini, Lozan’ın
bazı
maddelerinin tam olarak hiçbir zaman uygulanmadığı
gerçeği bilim adamları
tarafından açıkça yazılıp çizilmektedir.
Örneğin “41. madde Türkiye’de bu güne
kadar uygulanmamış haklar getirmiştir.” “Md. 42. de uygulanmamış
maddelerden
birdir.”
[3]

 Diğer taraftan
ise bazı yazarlar Lozan
Antlaşmasını azınlıklara fazla haklar verdiği için eleştirmekten
geri
durmuyorlar: “(Lozan Muahedenamesi madde 42). Lozan sulhünün
akdine müteakip
Türkiye’de ‘Şeflik Devri’ nihayetine kadar Müslümanlara
tekke, zaviye, medrese
açılmasına müsaade edilmediği hatırlanırsa 
gayri Müslimlere tanınan bu imtiyazın onları
Müslüman Türk Milletinin
üstüne çıkararak adeta hakim unsur haline getirdiği
kolaylıkla anlaşılır.”
[4]    

 Bu
görüş de doğru değil. Lozan’ın 42.
maddesinde yer alan hakların, Misak-ı Milli’nin 5. maddesinde de yer
aldığı ve
I. Dünya savaşı sonrası Batı Avrupa’da kabul edilen azınlık
haklarından
olduğu,  Meclis gizli oturum zabıtlarında
açıkça belirtilmektedir. Kısacası bu haklar savaş sonrası
yapılan pek çok
antlaşmada da yer alan, zamanın uluslararası haklarındandır.

 Şimdi
Lozan’ın konuyla ilgili maddesini
inceleyelim.

 Madde 42.-

Türk
Hükümeti, gayrimüslim  azınlıkların
aile
hukukuyla  kişisel statüleri
konusunda,
bu sorunların söz konusu azınlıkların gelenek ve görenekleri
uyarınca
çözülmesine elverecek tedbirleri almayı kabul eder.

Bu tedbirler,
Türk Hükümetiyle ilgili
azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerden kurulu bir
özel
komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa
Türk Hükümeti ile Milletler
Cemiyeti Meclisi Avrupalı hukukçular arasından birlikte
seçecekleri bir üst-
hakem olarak atayacaklardır.

Türk
Hükümeti, sözü geçen azınlıklara ait
kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam
bir koruma
sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye’deki halen
mevcut vakıflarına,
din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve
izinler sağlanacak
ve  Türk Hükümeti, yeniden
din ve hayır
kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel
kurumlara sağlanmış gerekli
kolaylıklardan, hiç birini esirgemeyecektir.
[5]

Görüleceği
gibi burada her türlü kolaylık ve
izinlerin verilmesi söz konusudur. Bu hakkın diğer vakıflara
(medeni kanuna
göre kurulan vakıflara) verilen her türlü izin, kolaylık
ve hakkı kapsadığı
açıktır. Yani yasanın gereklerini yerine getirerek yurt dışında
bulunan
vakıflarla ilişki kurmak da, yurt dışında şube açmak da, diğer
vakıflar gibi
cemaat vakıflarının da hakkıdır. Görüleceği gibi bu hem
Anayasanın eşitlik
ilkesine, hem de Lozan’ın koşullarına uygundur.

 Aslında kanunun
birinci fıkrasında belirtilen,
gelenek ve göreneklere uyulması ise, çoğu zaman
görmezden gelinmiştir. Örneğin
önemli ortak vakıfları yöneten Merkezi Mütevelli Heyeti,
1961 yılında vilayet
emri ile kaldırılmıştır. Yine ikinci fıkrada yer alan özel
komisyonlar hiçbir
zaman kurulmamıştır.  

Yazar “1936
Beyannamesi” olarak tanımlanan beyannameye göre azınlıklara mal
edinme yasağı
bulunmaktaydı, yapılan değişik bu yasağı da ortadan kaldırmıştır”
demektedir. Gerçekten bu da
çok talihsiz bir
beyandır. Bir beyannameye göre mal edinme yasağı kendi
içinde yeteri kadar
çelişkili ve anlaşılmaz bir kavramdır. Yasa ile değil beyanname
ile mal edinme
yasağı getirilmesi olsa olsa bir şaka olabilir. Yargıtay’ın  1974 yılında bilinen politik koşullarda
aldığı bu kararın hiçbir hukuki dayanağının olmadığı
açıktır. Öncelikle Atatürk
ve hiçte azınlık dostu olduğu söylenemeyecek
İnönü dönemi dahil, 1974 yılına
kadar cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmesine yargıdan da,
yürütmeden
de  hiçbir itiraz olmamıştır. İkinci
olarak bu kararın yasal olsa bile, hukuki olmadığı da bu gün
bütün bu hataların
düzeltilmek istenmesinden belli değil midir? Bu karar ulusal ve
uluslararası
hukuka uygun olsaydı, alınan taşınmaz malların geri verilmesi gerekir
miydi?  Prof. Dr. İsmet Sungurbey, bu
haksiz karar için, “Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararının son
paragrafındaki
bu düşünüş son derece yersiz ve yanlıştır” demektedir
[6]. Hele kararın sonra başka bir kararla düzeltilen
azınlıkları yabancı
kabul eden görüşü ise, sayın yazarın yazı başlığını
anımsatmaktadır.

Yazar
son olarak
,
“Ülkemizdeki İslamcı tarikatların, dergahların, Fetullahların,
Nakşilerin, şıh
ve şeyhlerin kuşatması kırılmamışken bir de dış odakların
dayatmalarına, uyum
balonlarına sürüklenerek “Azınlık Vakıfları” adı altında
küçük yarı özerk,
kontrolü olanaksız, her an raydan çıkması olası bu mikro
devletçikler nereden
çıktı?…” diyor.

Azınlık Vakıflarına
küçük yarı özerk,
kontrolü olanaksız, her an raydan çıkması olası mikro
devletçikler olarak gören
zihniyet için, söyleyecek söz bulamıyorum. Bu
çok ciddi bir azınlık ve yabancı
düşmanlığı. İşin garibi bize çok da yabancı olmayan
azınlıkları potansiyel iç
düşman, yok edilmesi gereken yabancı unsurlar olarak gören bu
malum zihniyet,
sadece azınlıkları suçlamakla kalmıyor, devleti de bir muz
cumhuriyeti ilan
ediyor. Öyle ya, 70 milyonluk ülkede toplam 42. 500 vakıf,
173.848 dernek
[7] varken, tümü 100.000 kişiyi aşmayan azınlıkların
sahip olduğu 160
vakfı kontrol edemeyen, raydan çıkmasına ve mikro
devletçik olmasına engel
olamayan devlet, olsa olsa muz cumhuriyeti olur.

 Daha garibi ise,
bu görüşün kendisini solcu
ilan eden bazı partilerce de benimsenmesi ve savunulmasıdır. Sanırım
dünyada
özellikle gelişmiş ülkelerde azınlık düşmanı olan  sol partilere rastlanamaz. Belki bu da bize
has bir durum. Ne demeli milliyetçi solla, milliyetçi sağ
arasında zaten zor
olan ayırım bizde tamamen ortadan kalktı. Bu gün aşırı
uçtaki sağ partilerle,
milliyetçi sol partilerin özellikle azınlıklar gibi belli
konularda aynı
noktaya gelmesi hiçte garip karşılanmıyor.



[1] http://www2.tbmm.gov.tr/d22/1/1-1054.pdf
[2] MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde
eşittir.  Kadınlar ve erkekler eşit
haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini
sağlamakla yükümlüdür.
        Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

      Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.

[3]  Türk Dış Politikası Cilt
1-Editör Baskın Oran- İletişim Yayınları 2002- Sayfa 227-228

[4] Lozan Zafer mi hezimet mi? –Kadir Mısıroğlu – Sebil
Yayınları 1971

[5] Türk Dış Politikası Cilt 1-Editör Baskın Oran-
İletişim Yayınları
2002- Sayfa 228

[6]
Eski Vakıflar Temel Kitabi -Karinabadizade Ömer Hilmi / İsmet
Sungurbey; Sulhi
Garan Matbaası Varisleri Koll. Şti. İstanbul 1978

[7] Hürriyet-28 Haziran 2005- Mali Yaklaşım-
Şükrü Kızılot

Yorumlar kapatıldı.