İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Toplumsal mırıldanmaları ve çığlıkları duyabilmek ya da aydın olmak

Ferhat Kentel

O “meşhur” konferansın yapılamamasının düşündürttükleriyle devam ediyorum…

“Normal” diye kabul etmeyi öğrendiğimiz bir sürü şey toplumun sağından solundan, altından üstünden çıkan seslerle bozuluyor. Normallik bozuldukça, seçkinci zihniyetin hegemonyası panikliyor… Ancak bu paniğe rağmen, hegemonya yeni durumlara uyum sağlıyor; normalliği bozan sesleri kendi lehine çevirebiliyor. İşte bu nedenle, o sesleri hegemonyanın kullanımından çıkarabilecek bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bu sesler sahibinin niyeti veya dile geliş tarzı ya da anlattığıyla ilgisi olmayan çok daha derin yaralara, dertlere, taleplere işaret ediyor olabilir. Bu sesleri anlaşılır kılabilmek için o seslerle gerçekten diyalog halinde olan, o seslere önce dil sunabilecek ve sonra o sesleri bilgiye dönüştürebilecek aydınlara ihtiyaç var.

Ancak aydınların bu sese nasıl bir dil sunabileceği ise ayrı bir öneme sahiptir ve bu konu basit olmaktan çok uzaktır. Öncelikle mesele aydın olmak ve modernlik ilişkisi arasında kurulmaktadır. Yani bir tarafta kuşkusuz Türkiye’ye özgü olan bir ilişki biçiminden bahsedilebilir. Ancak daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, genel olarak aydınların sahip oldukları “bilgi” aracılığıyla paylaştıkları iktidar alanı ve modernlik içinde sahip oldukları özel bir yer söz konusudur. Modern hayatın her cephesinde (ekonomi, siyaset, hukuk vb) olduğu gibi, bilgi alanı da bir uzmanlaşma alanı oldu ve aydınlar, dünyayı ve insanlığı fetheden modernliğin bilgisi ve bilimi ile iştigal eden bir kesim olarak ayrıcalıklı bir yere sahip oldular… Bu ayrıcalıklı yer modernlik adına konuşan aydınlara olağanüstü bir meşruiyet verdi. Daha önceki premodern yapılara kıyasla, her şeyin bilinebileceğini, her şeyin müdahale edilerek değiştirilebileceğine olan inanç ve bilimcilik, insanın doğa ve diğer insanlar karşısındaki mütevazı konumunu da yitirmesine neden oldu. İnsanlar rakamlara dönüştü; azaltılabilecek, bükülebilecek, harmanlanarak karıştırılabilecek ve yokedilebilecek malzemeler olarak deney alanı haline geldi.

Bu süreç Türkiye’de çok daha acılı ve travmatik bir ilişki olarak yaşandı. Osmanlı’nın çöküşüne paralel olarak, gidenler ve geride kalanı kurtarmaya soyunanlar da güçlerini ve meşruiyetlerini “zamanın ruhuna” hakim olan modern zihniyetten sağladılar. Ancak, bu topraklar o modern zihniyetin topluma içkin dinamiklerle ve tedricen gelişmesine tanık olmamıştı; modern zihniyet ve onun taşıyıcıları Batıcı seçkinler ve aydınlar ile geniş halk kesimleri arasındaki ilişki tam bir dayatma ve dayatma karşısında savunma olarak gerçekleşti. Başlangıçta İttihat ve Terakki, Cumhuriyet Halk Partisi ve onun tek parti yönetimi, asker-sivil bürokrasi ve aydınlar, daha sonra çok partili döneme geçtikten sonra siyasal alana çıkan aktörler ve sahip oldukları modernleşme zihniyeti de benzer şekilde hep “doğru yolu bilenler” olarak topluma kendilerini dayatmaya çalıştılar. Sahip oldukları siyasal, ideolojik ve askeri güçle toplumun içinde varolan duyarlılıkları, yatay ilişkileri, çoğulluğu, insanî değerleri görünmez kıldılar… Bütün “modern” coğrafyalarda olduğu gibi, Türkiye’de de hayatın içine teoriler, kavramlar, toptancı kimlikler, stratejiler, ideolojiler hücum etti; her türlü yöntemle ele geçirmeye çalıştı… “Dini Islah Beyannamesi” gibi deli saçması “çağdaşlaşma” sayıklamalarından, din alanını bir “memuriyet” alanı haline getiren Diyanet’ine; İstiklal Mahkemelerinin yarattığı terörden “ekonomiyi millileştirme” adına kendi gayrimüslim vatandaşını sağılacak inek gibi gören “Varlık Vergisi”ne, 6-7 Eylül olaylarına; “komünizme karşı” Amerika’nın uşaklığına soyunarak NATO’ya göbekten bağlanıp Kore’ye asker göndermelere; “Küçük Amerika” olacağız hayallerinden 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ıyla bütün askeri darbelere, generallerin siparişi üzerine hazırlanan Anayasa’lara, işkencelere, yargısız infazlara, köy boşaltmalara kadar her şey “adam olmayı bilmeyen” toplumu hizaya sokmak adına yapıldı. Ve bütün bu süreç içinde aydınlar işe yaradıkları ölçüde destek kuvvet olarak istihdam edildiler ya da engel oldukları ölçüde hain ilan edildiler.

Ancak bugün, farklı ülkelerde farklı tezahürlerde gerçekleşmiş olan modernliğin ve onun iktidar sahibi aydınlarının kibri giderek anakronik olmaya başladı. Her toplumu ve kültürü evrensellik şemsiyesi altına sokmaya çalışan modernliğin söylemi ve pozitivist bilgisinin ne kadar dar ve küçük olduğu açığa çıkıyor… Bugün bilgi çok daha geniş bir perspektiften ele alınmayı gerektiriyor. 20. yüzyılı savaşlara boğan modernliğin kriziyle birlikte toplumsal hayat, kendine aşırı güvenen, her şeyi bilebileceğini iddia eden “aklın” tek başına komik bir ukalalıktan başka bir şey olmayacağını; “kalbin”, yaşanmış deneyimlerin bilgi üretim süreçlerine katılması gerektiğini gösteriyor. Toplumsal hayat kendi üzerine “toptan” konuşulmasını reddediyor. Toplumsal hayat içinde şimdiye kadar bastırılmış ve “nesneleştirilmiş” olan bütün insanlık halleri, duygular, bellekler konuşmak istiyor ve “iyi” de olsa hiçbir “niyet” bu farklı duyguları tek bir sese indirgemeyi beceremiyor.

Modern dünyanın ortalığı silip süpürmesine karşı bugünkü meydan okuma, nesneleştirilmiş kitlelerin, cemaatlerin, insanların özneleştirilmesidir… Mesele, insanlara güç odaklarının, teorilerin, egemen ideolojilerin, aydınların atfettikleri anlamı vermek değil; o insanların konuşmalarına izin vermektir… Bu sayede onların kendi tarihlerinin ve tecrübelerinin aktörü, öznesi olmalarının önünü açmaktır… Bir bakıma şimdiye kadar “bilginin havarileri” olan aydınların “mütevazılığı” seçmeleridir; teorinin pratik karşısında mütevazılaşmasıdır; teori ve pratik arasındaki geçişkenliğin sağlanmasıdır. Bölünmüş olan varlığımızın yeniden kendi içinde konuşmaya başlamasıdır.

Her şeyi bir “ortalama” altında sıfırlayan modernliğin kibriyle topluma genel geçer değerler atfeden, ona kendi zihniyetine uygun bir biçimde total bir kimlik atfeden ve bunu yaparken, kendini mutlak hakikatin sahibi olarak görmeye devam eden zihniyet sahiplerinin bugün kalp gözlerini açmaları gerekmektedir. Bugün toplumun farklı kesimlerinden yükselen çığlıkları duymaları ve “empati” kabiliyetlerini geliştirmeleri acil bir hal almıştır. Yeni zamanların aydınlarının önünde duran ve onları da mütevazılaştıracak olan çaba da bu çığlıkları susturmak ve kendi anlamını onlara dayatmak değil; “duyulabilir sese” dönüştürmek ve görünür kılmak yönünde olabilirse anlamlı olacaktır.

İşte bu çerçevede bilginin çoğullaşması yönünde çaba gösterecek aydınların önünde çok hassas bir sorun bulunuyor. Öncelikle, toplumu homojen bir varlık olarak görmeye meyilli modern artığı zihniyet aslında bütün kibriyle kendini toplumun tepesinde, onu temsil eden bir otorite olarak kabul ediyor ve karşısında yükselebilecek seslere tahammül edemiyor. Bir bütün olarak görülmesini istemesine rağmen, adına konuştuğu toplumun “mırıldanmaları”, konuşmaları, çığlıkları karşısında bizzat kendisi bir “kutup” yaratıyor.

Topluma bakarken, “toplumsal”ı görmek yerine “güruh” görüyor; toplumu güruhlaştırıyor… Biliyor ki, güruhu provoke etmek çok zor değil. Futbol tribünleri bunların örnekleriyle dolu… Savaş mantığını besliyor ve her halükârda karşısında savaşa susamış başka bir kutup buluyor, “Türk asker kayıpları” ve “Kürt gerilla kayıpları”nı “maç sonucu” gibi yayınlayan bir Kürt milliyetçisi sitede olduğu gibi… Toplumu bir yandan öylesine bir güruh olarak görüyor; öyle bir kutup ve öyle bir üslup üretiyor ki, köyün namusunu koruduğunu iddia ederken canına okuyan ağanınkinden farkı kalmıyor. Köylüyü kendi ucuz, kurnaz söylemlerinin içine hapsedip biat etmesini bekleyen bu ağa jakobenlere itiraz eder gibi görünürken jakobenliğe terfi ediyor.

Öte yandan, devlet nezdinde, iktidarlar ve “ortalamanın” nezdinde en revaçta olan basmakalıp heyecan ve hezeyanlar yerine “az ve güçsüz olan” insanın derdine bakmak çok kolay bir şey değil… Cesaret ve risk almayı gerektiriyor çünkü… Toplumun bireylerini gerçek, sahici hayattan koparıp, soyut tanımların ve kurguların içinde tutmayı sağlayan, bireylerin üzerinde yaptırımlar uygulayan, onları sürüden ayrılmamaya iten; ayıpları, revaçta olanı, konformizmi öğreten süper egoya karşı, insanın kendi zenginliğiyle varolmaya çalışması çok kolay değil…

(Bu yazı gene bitmedi; devamı haftaya…)

Yorumlar kapatıldı.