İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gerçekler ve politika (3)

Gündüz Aktan

AKP hükümeti AB üyeliğimiz konusunda ne gerekiyorsa yaptı. Bugünkü çıkmazda sorumluluğu yok. Ankara’daki AB büyükelçilerinin hükümete yönelik eleştirileri, üyeliğimizle ilişkili sorunun tamamen AB’den kaynaklandığı gerçeğini değiştirmez. Ve bu soruna doğru teşhis koyamazsak doğru politikalar uygulayamayız.

AB’de üyeliğimize karşı tutumların birçok nedeni var. Türkiye çok büyük, çok kalabalık, tam gelişmemiş, istikrarsız bir bölgede vb. nedenleri hepimiz biliyoruz. 1999’da adaylığımıza karar verilirken de bu nedenler vardı.

Türkiye üyelik için, AB âşığı olmadığı bilinen 57. hükümet döneminde de çok ileri adımlar attı. Ağustos 2002’de kabul edilen paketten sonra ODTÜ’de Sn. Şükrü Elekdağ’ın başkanlığında yapılan bir toplantıda AB dönem başkanı ülkenin büyükelçisi, o paketten sonra Kıbrıs sorununda da ilerleme sağlanırsa müzakerelerin açılacağını söyledi.

Müzakere tarihinin gecikmesinin Kıbrıs’la ilişkisi yok. AB ülkelerinin üyeliğimizi uzak bir hayal olarak görme eğilimi, adaylık sürecinin başlamasıyla birlikte sona erdi. Hükümetin istenen reformları kısa zamanda ve fazlasıyla yapması, Türkiye’nin AB’ye uyum sağlayamayacağı tezini çürüttü. Kıbrıs’ta hiçbir hükümetin cesaret edemediği riskli adımları atması, Kıbrıs’ın üyeliğimize engel olma niteliğini ortadan kaldırdı.

Artık AB’nin mazereti kalmamıştı. ‘Reformlar iyi de, uygulama önemli’ tezi müzakerelerin açılmasına bir engel oluşturamazdı. İşte bu bağlamda Türkiye’ye karşı itirazlar gerçek yüzünü göstermeye başladı. Kopenhag Siyasi Kıstasları’nın o kadar da önemi yoktu. Türkler Avrupa kültürüne, yani dinine mensup değildi.

1987’de başvurumuzu yaparken, Türkiye karşıtı önyargıların üyeliğimize en büyük engeli oluşturduğu anlaşılmış, Özal’ın ‘Avrupa’da Türkiye’ kitabı bu önyargıları hedef almıştı.

O tarihlerde kendimizi tanıtamadığımız için Avrupa’nın böyle düşündüğü kanısıyla birbiri ardına tanıtma programları uygulamaya başladık. Bu programlar marazi önyargıları aşamadı, aşamazdı da.

AB ülkelerindeki Müslüman diyasporaların ev sahibi toplumlarla bir türlü bütünleşememesi ve 11 Eylül terör olayından sonra radikalleşmesinin Türkiye’nin üyelik şansına darbe vurduğu doğru.

Ancak bu durumda da AB ülkelerinin payı var. Çok küçük Yahudi azınlıkların kaldığı bazı AB ülkelerinde bile anti-semitizm 1970’lerden itibaren canlanmaya başladı. Müslümanlara karşı ırkçılıkla, Holokost’un sorgulanması ve Yahudi mezarlıklarının kirletilmesi aynı zamana rastladı. Avrupa’nın tek tanrılı diğer din mensuplarına karşı tarihten gelen sorunları, Holokost’tan daha 50 yıl geçmeden tekrar su yüzüne çıktı.

Bu şartlar altında Müslümanları toplumla bütünleştirme çabaları, asimilasyon gibi imkânsız bir hedefe yöneldi. Müslümanlar her türlü aşağılanma, ayrımcılık, hatta şiddet karşısında kimliklerini terk ederek asimile olmayı reddettiler. Tarihi bilmemekle beraber, kimliklerini yitirerek bütünleşmeye kalkışanların başına gelecekleri sanki sezdiler.

Ne Türkiye’nin üyeliğine itirazlar ne de Ermeni soykırımı iddiaları, AB’deki bu ortamdan soyutlanabilir.

AB, Türkiye’yi üye yapmazsa, D’Estaing’in krizden çıkış yolu olarak gördüğü küresel stratejik aktör olma şansını kaybedebilecek. Demokratik ve laik tek Müslüman ülkeyi, Müslüman olduğu için dışlamanın, İslam’la kriz ortamında yaratacağı stratejik sorunları da nasılsa kendisi çözmeyecek. Fakat çok daha önemlisi, trajik geçmişin tekrarlanmaması için çokkültürlü ulus-üstü liberal demokrasi kurulması temelinde Avrupa bütünleşmesini öngören uygarlık projesi fiilen sona erecek. Yani üyeliğimizin reddi, Avrupa’nın AB öncesi döneme gerilemekte olduğunu gösterecek.

Bu varoluşçu kimlik sorunuyla yüz yüzeyken, AB’nin zirvede meleklerin cinsiyetini tartışırmış gibi bütçe ayrıntılarına dalması patetik bir görüntü verdi.

Üyelik sürecini askıya alarak AB’ye düşünme zamanı verelim, ama Türkiye’yi dışlamasına neden olan kimliğindeki hastalığı aşamamanın sonuçlarını da anlatalım.

Yorumlar kapatıldı.