İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Memur vatandaş´

Totalitarizm, her bireyi “memur”a çeviren, her “memur vatandaşı”nı da “infaz memuruna” dönüştüren rejimdir. “İnfaz memuru” olmayı seçmek son derece basit, kolay ve banaldir. Canavar ruhlu olmayı gerektirmez

ZEYNEP GAMBETTİ

Eğer siyaset önceden belirlenemeyen, dolayısıyla da insan iradesiyle, kolektif iradeyle değiştirilebilecek bir varoluş alanı olmasaydı, özgürlük potansiyeli barındıramazdı. Eflatun’un değişken hava koşulları karşısında kendi tecrübe ve hünerinden başka dayanağı olmayan kaptana benzettiği siyasal aktörün duruşunun sağlıklı olması, kuram ve bilgisel birikiminin sağlamlığından çok, geçmişten çıkardığı dersler ile farklı görüşlere vakıf olmanın getireceği farkındalığın hassas dengesine bağlıdır. Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenmek üzereyken tüyler ürpertici ithamlar ve baskılar altında ertelenen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansının basında ve akademik camiada yarattığı yankılar, en ince düşünenlerin bile birtakım hayati noktaları gözden kaçırdığını gösteriyor.

Bunlardan en önemlisi totalitarizm deneyimdir. Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası “deneyimleri” Türkiye’de gayet üstünkörü bilinir nedense. Oysa insanlığın geçmişine ait bu son derece vahim deneyimi unutmamakta büyük fayda var. Batı siyaset felsefesinde hatırı sayılır bir literatür birikimine temel oluşturan totaliter rejim analizi, özellikle “iç düşman” ve “memur vatandaş” mevhumlarının ne denli sakıncalı olabileceğini yaklaşık 50 yıldır tartışıyor, gösteriyor, kanıtlıyor. Bunu anlamak için Fransız düşünürü Claude Lefort’un totaliter ideoloji ve toplumsallık hakkında yazdıklarına dikkat çekmek yeterli. Lefort’a göre totaliter ideolojinin belirgin özelliği, toplum içindeki bölünmelerin, farklılıkların reddiyle mümkün olan bir “yek-vücut” fantezisidir. Bu fanteziyi yaşatabilmek birtakım toplumsal düzenlemeleri gerektirir. Totaliter rejim önce, iktidar, hukuk ve bilim arasındaki farkı ortadan kaldırmalı, toplumla devleti geçişken kılmalı, homojenleşmenin önündeki tüm hukuksal, örgütsel ve düşünsel engelleri kaldırmalı, kendinden otonom olan bir alan veya kurum bırakmamalıdır. İktidar bireyi, kendi yargı yetisini kullanarak özgün fikir oluşturma yükünden kurtarır. Totaliter rejimlerde birey “biz”in parçası olduğu oranda vardır ancak. “Biz”in bilgisi, bireyin de bilgisinin ufkunu belirler. “Biz”e ait olma arzusu, bilme arzusunu aşar, yok eder. Totalitarizm ayrıca, “biz”in içsel çelişkilerini bertaraf edebilecek yalanlar üretme mekanizması oluşturmalıdır. Katı bir mantıksal dizin aracılığıyla geliştirilen yalanın şematik örneği şudur: Bir kez “A” dediğimizde (“Biz, bölünmez bir bütünüz”), “B ve C ve… Z” de demek zorundayız (“Biz, bize ihanet edemeyiz”, “biz, kendi kötülüğümüzü isteyemeyiz”, “biz, kendimizi hastalıklardan ve mikroplardan arındırmamak isteyemeyiz”, ‘biz’in mustarip olduğu hastalıkları, ‘biz’ üretmiş olamayız”). “Biz”, hem biz hem de öteki olamayacağımıza göre, biz’den farklı olan, “biz”e ait olmayan, içimizdeki öteki’dir ancak. Öteki, dış mihraklar tarafından bozulmuş olan cerahattır, irindir. Vücudun bunlardan sürekli olarak temizlenmesi, “biz”in katışıksız kalması açısından elzemdir. Gerek Kürt sorunu, gerekse Ermeni meselesi sözkonusu olduğunda her görüş beyan edeni, ya “biz”dendir ya da “ötekiler”in hizmetindedir cinsinden ayıran zihniyet, tam da böylesi totaliter kalıplarla düşünmenin göstergesidir. İki kutuplu bir dünyada, gri alan yoktur çünkü.

İnfaz memuru olmak

Totaliter rejim, diktatörlük değildir; kitlelerin desteği olmadan vücut bulamaz. Totalitarizm, her bireyi “memur”a çeviren, daha da kötüsü, her “memur vatandaşı”nı “infaz memuruna” dönüştüren rejimdir. Toplumun her tabakasının ideolojikleşmesi, bireylerin bilfiil ve hevesli katkısıyla mümkün olabilir ancak. “İnfaz memuru” olmayı seçmek son derece basit, kolay ve banaldir. Canavar ruhlu olmayı gerektirmez. Naziler hakkında yapılan sayısız çalışmaların gösterdiği gibi, ölüm kamplarına sevkiyatın aksamaması, sade Alman vatandaşlarının görev bilinci ve vatanseverlik duyguları sayesinde olmuştur, psikopatların işgüzarlığı sayesinde değil. Bu bağlamda, Türkiye’de resmi görüşe alternatif üretenlerin karşısına dikilen her türden memur vatandaşa Hannah Arendt’in “Eichmann in Jerusalem/Eichmann Kudüs’te” kitabı tavsiye edilebilir. Totaliter ideolojinin asıl işlevi, ikna etmek değil, toplumun bir aynası olmaktır. Toplumsal narsisizm olarak da nitelendirilebilecek olan bu durum, memur vatandaşları kolektif kimlikleri ve “biz”e içsellikleri konusunda telkin etmek açısından gereklidir. “Biz”e ait olmak aynı zamanda, iktidara da ortak olmak, muktedir olmak demektir. Anlağın ufku yine kendidir. Kendi kendine gönderme yapan bir mantık sayesinde içimizdeki öteki, “infaz memuru”na -yani, savcıya, gazeteciye, akademisyene ya da sade vatandaşa, yek vücuda- içkin olduğunu hatırlatır. Rejimin bu öteki’ne ihtiyacı vardır o halde. Öteki bir istisna değil, rejimin ürettiği fantezilerin devamının olmazsa olmaz şartıdır. Totaliter rejim, durmak bilmeden öteki üretmeye mahkum olan bir rejimdir. Dinginliğe ve iç huzura ulaşması imkansızdır.

Totaliter deneyim, milliyetçiliğin ve devletçiliğin ulaşabileceği insanlık dışı uç noktalara işaret eder. Yekpare millet-devlet yapısının çözülmesi, yukarıda belirtilen psişik özdeşleşme mekanizmalarının kırılmasına bağlıdır. Bunun ise yalnızca akılcı diyalogla gerçekleşmesi mümkün değildir. Tarih, totalitarizme meyilli yapıların ancak krizlerle yıkılabildiğini gösteriyor. Toplumsal yapıların sarsılması yadsınamayacak bir boşluk ve rotasızlık, hatta anarşi, doğurabileceği gibi, bazı koşullarda kriz, bastırıldığı için kolektif bilinçaltını sürekli rahatsız eden, gerginlik yaratan, şiddet doğuran öğelerin bilinçüstüne çıkmasını sağlayabilir. Antropolog Victor Turner’ın belirttiği gibi, günlük devinimlerin ve reflekslerin örttüğü ilişkiler, farklılıklar, fikirler ve varoluş biçimleri, dramatik olaylar aracılığıyla kamusal alana intibak ederler. Bir çeşit kolektif farkındalık durumu yaratan bu tip olayların akabinde gerçekleşecek olan tashih (redress) sürecinde, kanımca geçmişin sorgulanması, hataların düzeltilmesi, toplumun daha sağlıklı temellerde yeniden inşası fırsatı doğar. Bu sürecin yıkıcı değil de yapıcı olabilmesi, kriz sonrası dönemin bir kendini sorgulama/yeni yapılar geliştirme dönemi olmasına bağlıdır. “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansının yarattığı kriz de bu açıdan değerlendirilmeye müsaittir.

Güney Afrika örneği

Yapıcı olmanın da tarihsel örnekleri mevcut. Bu anlamda, Aram Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıkan “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu: Güney Afrika Deneyimi” adlı kitap rotası bozulmuş olanlara yol gösterebilecek nitelikte. Bu derece kanlı ve ayıplanılası bir geçmişe sahip olan apartheid düzeninin, 1994’te Nelson Mandela’nın devlet başkanlığına seçilmesiyle birdenbire “normalleşmesini” beklemenin politik intihar olacağı tesbitinden hareketle oluşturulan adalet mekanizması, hem “genel af” kolaylığını hem de “cezalandırıcı adalet” mantığını reddetmişti. Amaç, geçmişle ilişkilenmeyi başarmak yani unutmamak/unutturmamak, ama yüzleşme sayesinde affetmek/affedilmekti. Bir çeşit “iyileştirici adalet” geliştirildi. Her kim olursa olsun, hangi tarafın mağduru olursa olsun, tüm mağdurların dinlenmesini içeren oturumların yanı sıra, yine her kim olursa olsun insan hakları ihlallerinde bulunan herkesin itirafta bulunmalarını sağlayan mekanizmalar icat edildi. Amaç intikam değil de, hemen hemen herkesin bir biçimde bulaşmış olduğu karanlık bir geçmişe son noktayı koymak ve sayfayı çevirmek olduğu için, ceza almak/vermek söz konusu değildi. En nihayetinde toplumsallığı yeniden kurmak gerekiyordu, sekteye uğratmak değil. Güney Afrika, toplumsal katarsis sürecinin uzun ve yorucu sınavından nisbeten başarıyla geçmiş bir ülke olarak iyi bir örnek oluşturuyor. Geçmişinden ders alamayan veya geçmişindeki (ve zorunlu olarak bugünündeki) olayları göstermelik birtakım manevralarla oldu-bittiye getirmeye çalışan rejimlerden örnek alacağımız ve misilleme reflekslerine kapılacağımız yerde, bu işi başarabilmiş olanların deneyimlerini (ki Gandi de buna dahil edilebilir) incelemek, politik zaafiyet olmanın tam tersine en belirgin güçlülük işaretidir. Bunun zor olmadığını iddia eden tabii ki yok, ama gerçek güç tüm zorluklara rağmen bunu başarabilmekte yatar. Zapatista’ların lideri Subcommandante Marcos’un gayet güzel belirttiği gibi, amaç barışsa eğer, müzakere masası her iki tarafın da kaybetmek için oturduğu yer olmalıdır.

Yorumlar kapatıldı.