İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gerçekler ve politika (2)

Gündüz Aktan

Fransa ve Hollanda referandumlarından sonra AB’nin girdiği kriz ortamında, genelde genişleme, özelde Türkiye’nin üyeliği tümüyle tehlikeye girdi. Bu nedenle akılcı politika, imtiyazlı ortaklık gibi belirsiz bir hedefe yönelmek yerine, tam üyelik sürecinin bir süre askıya alınmasını ve şartlar düzeldikten sonra yeniden başlatılmasını istemek olacak. Bu arada Kıbrıs, Ege, Güneydoğu gibi sorunlarda, geriye dönülmesi imkânsız adımlar atmaktan da kaçınmak gerekiyor.

Önümüzdeki dönemde AB kendi içinde krizden çıkış yollarını ararken, referandumda anayasaya hayır diyen iki ülkeyle Almanya’da iktidara gelecek CDU-CSU koalisyonu, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmayı halklarının iradesi olarak sunacaklar.

Nitekim Fransız basını, Türkiye’nin üyelik müzakerelerine hazır olmadığını ispat sadedinde, her fırsatı abartarak kullanıyor. Kadınlar gününde polis şiddetini hâlâ eleştirirken, yasak Kuran kursları açılması, cumhurbaşkanlığı ve türban ile Güneydoğu’da çatışmaların başlaması gibi yeni konuları eleştiri repertuvarına hemen eklemeyi ihmal etmiyor. Almanya ise Ermeni soykırımını keşfediyor.

Bu savların içine Türkiye’yi Türklerden kurtarmak gibi daha derin itirazlar da girmeye başladı. AKP iktidarının, AB üyeliğinin sağlayacağı özgürlükler vasıtasıyla Türkiye’ye hâkim olmasına ve laik cumhuriyet rejimini değiştirmesine imkân vermemek gerektiğini, Le Monde gibi ciddi gazetelerde yazanlar var.

Türkiye’nin üyeliğini etkilemek açısından asıl önemli olan, AB’nin krizden nasıl çıkacağı. Esas itibarıyla eski kurucu anlaşmaların bir toplamı niteliğinde olan AB Anayasası federasyon istikametinde birkaç mütevazı adım içeriyordu. Buna rağmen halkların ‘milliyetçi’ tepkisiyle karşılaştı. Ekonomik güçlükler ve AB’deki Müslüman diyasporanın radikalleşmesinin de katkısıyla milli kimlik konusu ön plana çıktı. Halklar, elitlerin AB için ulus-devlet ötesi emellerini referandumla reddetti. Bu durumda, sadece coğrafi genişlemenin değil, siyasi bütünleşmenin de sınırlarına ulaşılmış olması muhtemel.

Yarının AB’si, siyasi bütünleşmeye karşı olan İngiltere ile coğrafi genişlemeye karşı çıkmaya başlayan Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya gibi kıta Avrupa’sı ülkeleri arasında oluşacak ‘asgari müşterek’ noktasında şekillenebilir. Yani daha fazla genişlemeyen ve bütünleşemeyen bir AB.

Türkiye için böyle bir AB’ye üye olarak karar mekanizmalarında yerini almak yine de önemli görülebilir. Bunun gerçekleşmesi için, AB ülkelerinin ‘Bütünleşme olmayacaksa genişleme olabilir’ gibi, şimdi çelişkili görünen bir tutuma kaymaları gerekecek. Bu imkânsız değil.

Özellikle liberal kesim, AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı tarihi önyargıları olduğu gerçeğini unutmakla temel bir hata yaptı. Kopenhag Siyasi Kıstasları’nı yerine getirmenin üyelik için yeteceğini düşündü. Hatta üye olmasak bile üyelik sürecinin bizi modernleştirmesinin yeterli olacağı söylemini benimsedi. Oysa önyargılı muhataba karşı izlenecek politika, ‘normal’ bir politikadan çok farklı. Üyeliğe itirazların önyargıdan kaynaklandığını sürekli hatırlatma gereği, bu politikayı çok daha çatışmacı yapıyor. Böyle hareket etmekten korktuğunuz ve istenenleri uslu uslu yerine getirmeye amade olduğunuz takdirde, sürekli ve abartılı biçimde eleştirilmeniz, ilave taleplerle karşılaşmanız ve sonunda yetersiz bulunmanız mukadder.

Öte yandan AB üyeliğini hangi amaçla istediğiniz hayati öneme sahip. Kendi başınıza ayakta duramamanız, sorunlarınızı iç dinamiklerle çözümleyeceğinize inanmamanız, kurtuluşu AB üyeliğinde görmeniz ve bu amaçla her türlü fedakârlığa hazır olmanız halinde, AB üyeleri tarafından itilmeniz kaçınılmaz. Kimse 70 milyonluk bir mahcuru içine almak istemez.

Dolayısıyla Türkiye’yi AB’ye sokacak iktidarın, Türkiye’nin sorunlarını AB içine girmeden de çözmek irade ve yeteneğine sahip olduğunu icraatıyla kanıtlaması gerekiyor. Çelişkili görünse de, Türkiye’yi AB üyesi olmadan da onurlu bir ülke olarak ayakta tutabilecek bir yönetimden başkası Türkiye’yi AB üyesi yapamaz.

Yorumlar kapatıldı.