İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ferhat Kentel: Normallik ve hegemonya savaşları – Gazetem.net

Şu “meşhur” konferansın
izdüşümlerinden
hareket ederek, Türkiye’deki kutuplaşma üzerine biraz daha
kafa yormak
gerekiyor. Bilindiği gibi, 25-27 Mayıs arasında düzenlenmesi
planlanan
“İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı
Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk
ve Demokrasi Sorunları” adlı konferans yapılamadı… İktidarı ve
muhalefetiyle Türkiye’nin resmi siyasetinin sözcüleri,
“Ermeni
konferansı”na katılanları ve ev sahibi Boğaziçi
Üniversitesi’ni “hain”
ilan ettiler; sonunda konferans ertelendi…

Konferans ertelendi ama sorun bitmedi; çünkü
konferans Türkiye
toplumunda değişerek süregiden bazı derin gerilimleri başka bir
boyutta
yeniden su yüzüne çıkardı. Bu gerilimler şimdiye kadar
“modernlik-
geleneksellik”, “laiklik- İslamcılık” “batılılık- yerellik”, “sol-sağ”
gibi göreli olarak daha klasik kutuplaşmalar altında yaşanmış olsa
da
çeşitli zamanlarda “Sünnilik-Alevilik” ve 80’li 90’lı
yıllarda “Türk
milliyetçiliği-Kürt milliyetçiliği” gibi yeni
kutuplaşmalar olarak da
tezahür etti. Bu eksenlerin uçlarında yer alan kutupların
hareket
halinde kutuplar olduğu söylenebilir. Yani eksenlerden birinde
“sağ”
tarafta yer alan bir kişi ya da grubun başka bir eksende gene “sağ”da
yer almasına neden olacak herhangi bir gereklilik yok. En azından bu
giderek daha da küçük bir ihtimal haline geliyor; bir
“İslamcı”
“modern” olabiliyor; bir “batılı” “Sünni” olabiliyor, vs… Yani
bütün
sıfatlarımızla topyekûn sadece bir tarafta olmamız
mümkün değil…
Tabii ki bu durum Hitler’in izlediği “düşmanı teke indirme”
stratejisinin bizim topraklarda uygulanmaya çalışılmadığı
anlamına
gelmiyor.

Türkiye’de kutuplaşmaların kuşkusuz çok çeşitli,
karmaşık
nedenleri var. Bütün bu karmaşık nedenleri
özetleyebilecek en önemli
üst neden ise yukarıdan aşağıya empoze edilmiş modernleşmenin
toplumda
(başlangıçta arzulanmamış olmasına rağmen,
öngörülmesi zor olmayan
biçimde) farklılaşmayı yaratmış olmasıdır. Yani 100 seneye yakın
bir
zamandır süren ve oldukça hızlı olarak nitelendirilebilecek
bu
modernleşme hikayesi sonunda sınıfsal, kültürel farklılıkları
ve
çatışmalarıyla kabaca adına “modern” diyebileceğimiz ama aynı
anda
“premodern” hatta “postmodern” özellikleri bünyesinde
barındıran bir
toplumdayız artık.

En genel olarak, toplumun geleneksel yapılarına zoraki
dayatılmış bu modernleşme projesinin bir sünger gibi emilmesi ve
topyekûn benimsenmesi mümkün değildi. Projenin bir
gelecek ve toplum
ütopyası; ve bu ütopyaya karşılık bir “öteki” algısı
vardı. Bu “öteki”
esas olarak toplumda varolan geleneksel dinsellikti ama aynı zamanda
ulus-altı etnik aidiyetlerdi. Modernlik projesi “öteki”ni ve
öteki
vasıtasıyla “kendini” kurarken, aynı anda “öteki” de hem kendini
hem de
projenin taşıyıcılarını “ötekileştirerek” kurdu. Bu en basit ilk
“kutuplaşma” süreciydi: bir yanda “yerliler”, diğer yanda
“yabancılar”…
Dolayısıyla modernlik temelinde homojenleşme yaratmaya soyunan proje
ilk farklılaşmalardan birini -hatta “şizofrenik” bir biçimde-
yarattı.

Uzun uzun diğer kutupsallaşmaları girmeden, konumuz bağlamına
dönersek, içinde bulunduğumuz dönemde de benzer bir
“yerlilik-yabancılık” konumlanması yaşıyoruz. Şu farkla ki,
başlangıçta
ülkeye girerken “yabancı” konumunda olan modernlik ve onun tesis
ettiği
ulus-devlet bugün giderek “yerliliği” simgeleştiriyor. Başka bir
deyişle dünyada topu topu 200 senelik bir geçmişi olan ve
kökeni
“batılı / dışarıda” olan “ulus” yapısı, bugün Türkiye’de ve
modernleşmeye bağlı olarak farklı çap ve içerikte de olsa
kriz yaşayan
başka ülkelerde “gelenekle”, “eski değerlerle” özdeşleşiyor.

İşte böyle bir çerçevede yaşanan ve “vatan
hainliği”, “sırttan
bıçaklama” gibi atışların serbest olduğu son krizi anlayabilmek
için,
üç ayrı düzeyde bir değerlendirme yapmak anlamlı
olabilir. Bunlardan
birincisi, “ulus” fikriyle birlikte seyreden, toplumun bazı
kesimlerinin algıladığı “riskler” meselesi; ikincisi, kapitalizmin
ortak paydası altında seyreden “modern” kültür ve
“postmodern” kültürün
hegemonya savaşları; ve son olarak Türkiye modernleşmesi
içinde asla
küçümsenemeyecek bir yere sahip olan aydınların
serüveni.

Her şeyden önce, batıya öykünerek sağlanmaya
çalışılan
“çağdaşlaşma” seçkinci bir hareketti. Bu hareket
içinde ideal tip
olarak tanımlanan “vatandaş” ve onun ideolojik taşıyıcısı “misyoner
aydın” diliyle, giyim kuşamıyla, tarzıyla geleneksel islâmî
değerleriyle yaşayan geniş toplumsal kesimlerden farklıydı,
“yabancı”ydı. Ancak zaman içinde bu modern yurttaş ve geleneksel
toplum
arasındaki eşitsiz ilişki meyvelerini verdi; batılı, modern yaşam tarzı
az veya çok, şöyle veya böyle, toplumun geri kalan
kesimlerinin de
içine girdi. Direnenler, direnebildikleri
ölçüde bazı değerlerini
korudular; ama çoğunlukla dönüştüler ve empoze
edileni “yorumlayarak”
kendilerine adapte ettiler. Kendilerini adapte ederken, empoze edenleri
de dönüştürdüler. Planlanan olmasa da, Yurttaşlık
Bilgisi kitaplarında
anlatılana pek benzemese de, bir anlamda fiilen bir “ulus” kuruldu.
Ancak empoze eden ve direnen arasındaki karşılaşma “travmalarını” da
belleklerde bıraktı.

İşte bu “ortalama” ulusun izlediği ve dikensiz olmayan yolda
özerk “toplumsal” hareketler hep sorunlu yaşandı. Yukarıdan
aşağıya
empoze edilene adapte olamayan toplumsal hareketlerin karşısına hep
başka karşı-hareketler çıktı ve bu hareketler ortalamaya
referans
vererek “hayatta kalma” refleksleri gösterdi. Farklı olan hep risk
anlamına geldi. Geçmişte kendi dönüşümü
sırasında yaşadığı travma
nedeniyle, yeniden dönüştürme kapasitesi taşıyan
hareketleri de hep
risk olarak gördü. Bu nedenle dönüşüm, değişim
hep sancılı, hep
kutuplaşarak gerçekleşti; ancak buna rağmen sürekli bir
değişim
yaşandı.

Bugün de bir bakıma travmalarla yoğrulan ve de facto kabul
edilen bir arada yaşamanın “ortalama” hali ve bu halle birlikte
yerleşikleşen hegemonya karşısında dile gelen, gelmeye çalışan
yeni
toplumsallıklar kriz nedeni olarak algılanıyor. Yüzyılın başındaki
modernleşmeyle ortaya çıkan krizdekine benzer bir biçimde
gerçekleşiyor
bu karşılaşma; ancak arada çok temel bir fark var…
Yüzyılın başında
uluslararası konjonktürde yükselen bir değer olarak modern
ulus projesi
dışarıdan “geleneksel” içeriye doğru “otoriter” bir
yöntemle
dayatılırken, bugün gene uluslararası / küresel
konjonktürde yükselen
(gayet yetersiz bir biçimde “postmodern” olarak adlandırılan)
“kültürel
demokrasi” ve “kültürel yurttaşlık” “içeriyi”
gözönünde tutuyor ve esas
olarak “demokratik” bir içerik taşıyor; devleti değil, toplumu,
insanı
gözönünde tutuyor. Bu yeni durumda savunmada olan
referans “modernlik”
ve onun kurumları… Yani “ortalama alarak içselleştirdiğimiz”
ve
yüzyılların içinde barınmış olan çoğulluk hallerini
sıfırlayarak,
homojenleştirerek, görünmez kılarak
“gelenekselleştirdiğimiz”, şunun
şurasında 200 yıllık ithal malı ulus fikri…

Sonunda “savaş” görünümlü garip bir durum ortaya
çıkıyor.
Toplumu dönüştürmek üzere mücadele vermiş olan
bir zamanların
“seçkinci” zihniyeti bugün dile gelen talepler karşısında
alabildiğine
“gelenekselci” bir tavır alıyor. Zorla veya ortalamanın onayıyla kurmuş
olduğu hegemonyanın “normal” olduğunu vargücüyle ispat etmeye
çalışıyor.

Ancak, toplumun içinde özgürce yaşamak isteyen
kesimlerin
giderek daha da farkına vardığı gibi, “normallik” egemenlerin dilidir.
Modernliğin normalliği de toplumun çoğulluğunu egemenlerin
normlarına
indirgeyen bir özelliktir ve egemenin normalliğini evrensel mutlak
bir
normallik / ulusallık gibi gösterir. Kafa göz kıra kıra
dayatılmış olan
bu normallik altında konuşmak çok zordur; bu normalliğin altında
farklı
sesler yok olmasa bile duyulmaz olmuştur.

Bu yüzden söz konusu normalliği bozan sesler karşısında
hegemonyanın ortalamasının panik halinde “ihanet” söylemine
başvurması
şaşırtıcı değildir. Ve bu paniğe rağmen, bu seslerin duyulması
için
toplumun “vicdanı ve zihni hür bağımsız” aydınlara ihtiyacı
vardır.
Ancak aydınların bu sese nasıl bir dil sunabileceği ise ayrı bir
öneme
sahiptir ve bu da önümüzdeki haftanın konusudur.

Yorumlar kapatıldı.