İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Doğu – Batı Divanı

Ragıp Zarakolu

İstanbul bu ay müzikle dolup taşıyor. Dünyanın en farklı ses ve tınılarını dinlemeniz mümkün. Klasik müziğin bütün evreleri yanında, doğunun mistik müziklerine, cazdan etnik dünya müziğine, alaturkadan arabeske kadar. Bence Fatih Akın’ın filmi, İstanbul’un seslerini taşıyarak, bir anlamda artık klasikleşen İstanbul Müzik Festivali için iyi bir açılış yaptı. Fatih Akın’ın filminde Kürtçenin sounduna da yer vardı. Siyasiyabend, metropoldeki Kürt isyanının bir yansımasıydı sanki. Mahmudo şarkısındaki ağıtın derinliği insanı bambaşka yerlere götürüyordu. Delirtmeyi başardığımız büyük müzisyen Gomidas, Ermeni müzigi yanında, Kürt müzikleri de derlemiş, Kürtlerin müziğinin dünyadaki en özgün ve farklı tınılar taşıyan müzikler arasında yer aldığını yazmıştı.

Samandağlılar Derneği ise, Yenikapı ortamında, Arapçanın soundunu taşıdı bize. O neşe, o yaşam neşesi, kıpır kıpır yerinde duramama…

Ve dün Aya Irini Kilisesi’nin ortamında başka bir şark-garp buluşması gerçekleşti. Barok ve preklasik müzik hazinelerini ortaya çıkaran Concerto Köln topluluğu ile Sufi, batı ve yahudi müziğinin ortak paydalarını yakalamaya calışan Sarband topluluğu, güzel bir müzik ziyafeti çekti bize.

Batı, ilk başta bizi mehter tantanaları ile algılamış, biraz korku, biraz coşku ve çocuksu… Bizans ve İran alışverişlerinden gelen mistik müzik ise o kadar yankı bulmamış batıyla ilk buluşmalarda…

İki topluluğun ortak sunumunu dinlerken bir yandan da, Goethe’nin ‘Doğu-Batı Divanı’ndan, doğu ve batının özünde farklı olmadığını söyleyen dizeleri geliyordu aklıma.
Kültürler aslında hep karşılıklı alışverişler temelinde gerçekleşir. Klasik müzik geleneği, 20. Yuzyılda kendini deneyselliğe kaptırdı ve bir anlamda, gelişmesinin sınırlarına geldi. Dinleyici kitIesinden kopmaya başladı. İmdada ise, hep dünya sesleri yetişti.

Resimde de bu böyle olmadı mı?

Afrika, Magrip, Çin ve Uzak Doğu’nun, Museviliğin, Japonya’nın verdiği farklı imge, biçim ve renkler olmasa, bir Matisse, Gaugain, Klee, Modigliani, Brancusi, Chagall eksik olurdu bence. Ve bitti sanılan fresk/duvar resmi geleneği, Meksika’da aztek imgeleri ve renkleri ile yeniden hayat bulmadı mı?..

Moldavya Prensi ve tarihçi Dimitri Kantemir’in ‘elci Peşrev’ini, Ufki Efendinin ilahilerini, Gazi Giray Han’ın ‘Mahur Peşrev’ini dinlerken, bir yandan da bu makamların Asurilere giden köklerini anımsıyorum.

Ve sevgili Mehmet Ulusoy’u anımsıyordum bir yandan da… Kanser illeti onun da yakasını bırakmadı. Ama o da yaşamın yakasını bırakmadı en son ana kadar. Erasmus’un ‘Deliliğe Methiyesi’ni oyunlaştırmak, tam da ona yakışacak bir şeydi.
O gerçek bir tiyatro dehası idi. Ve delilikle deha zaten içiçe değil mi?

1968 senesinde onunla birlikte Devrim İçin Hareket Tiyatrosu içinde yer almak, hayatımın en şanslı, en öğretici ve keyifli anları arasında yer aldı. Neleri taşımadı ki bize, Çin tiyatrosunun gölge ve bezlerle perdeleme efektlerini, doğaçlamayı, afrika masklarını, Brecht tiyatrosunun unsurlarını, ortak metin yazımını, davulu, vb. Sokaklarda, ansızın bir gerilla baskını gibi tiyatro yapmak, grev alanlarına, fabrika önlerine gitmek müthiş bir keyif ve deneyimdi. Kimler yoktu ki, Veli Gürcan (sonradan TSİP kurucu ve emekçilerinden oldu, o da kanserden öldü), Hüseyin Erdem (Kürt PEN’ini kurdu), ressam ve grafiker Sadık Karamustafa, Işıl Türkben ve Ali Özgentürk…Ve elbette heykeltıraş Kuzgun Acar… Ve diğerleri…Metal heykelciliğin en büyük ustalarından biri idi Kuzgun… Devasa masklarımızı, totemlerimizi o yapıyordu. 1969 senesinde Zap’ta köprü yaparken, yanımızda Kuzgun da vardı. Kamerası ile dağ tepe belgesel çekiyordu.

Ne yazik ki bu filmler 12 Mart hayhuyunda kayboldu. Kuzgun’un özgün yapıtları da yitik… Keşke İlhan Koman gibi onun da toplu bir sergisi yapılabilseydi. Belki o da ülkeyi terk edip gitseydi, ardın da bir şeyler kalırdı.

Erken öldü, Kızılay gökdelenindeki bozkır kuşlarını simgeleyen yapıtı söküldü. Ötekiler ne oldu bilmiyorum.

Mehmet Ulusoy, ‘dost hançeri’ de yedi. 1970’te DHT’yi, yeteneksiz muhterislik karşısında terk ederek, İşçinin Tiyatrosu’nu kurdu. 12 Mart gelince de, Fransa’ya döndü. Yeteneğine bütün kapılar açıldı.

O artık bir ‘Sevdalı Bulut’… Hep göklerde seyredecek…

Onu hep hatırlayacağız ve biraz daha eksildik diyeceğiz…

Yorumlar kapatıldı.