İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarih ve namus

Etyen Mahçupyan

Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması beklenen sempozyumun; devlet yetkililerinin hem can güvenliğinin sağlanamayacağını ima eden, hem de sokağı tahrik eden eylem ve konuşmalarının ardından ertelenmesi, akademik çevrelerde büyük tepkiye yol açtı.

Yüzlerce imza sahibinin 1915’i bir ‘soykırım’ olarak görme gibi bir anlaşma noktalarının olmadığı ise açık. Dolayısıyla bu tepki bir tarih algılamasını değil, devletin topluma empoze etmeye çalıştığı tarih pozisyonuna karşı siyasi bir tavrı ortaya koymakta. Çünkü bu olayların nasıl adlandırılması gerektiği bir yana; devletin tarihe ilişkin resmi görüşünün hiç de akıllıca olmadığı konusunda bilim dünyasında geniş bir konsensüs var. Gerçekten de devlet bu konuda istediği hukuki tutumu alabilir; ancak bunu tarihle desteklerken tarih biliminin ortaya çıkarıp açıklamış olduğu olguları göz ardı edemez, bunların kronolojisini kafasına estiği gibi harmanlayıp ‘tarih’ üretemez, hele bu masa başı tarihi vatandaş olmanın önkoşulu olarak topluma empoze etmeye kalkması ise hiçbir şekilde kabul edilemez…

Akademik çevrenin tepkisi, devletin bazı memurlarını siyaseten tarihçi kıldığı ve siyasetçilerin bile tarih yaptığı bir ülkede; tarihçilerin tarihe, akademianın ise kendi namusuna sahip çıkmasından başka bir şey değil. Bu bağlamda sempozyumun aynı görüşü paylaşanlarca düzenlendiği tezinin gerçekçi bir temele sahip olmadığını vurgulamakta yarar var: Bugüne dek yazdıkları dikkate alınırsa, katılanların büyük çoğunluğu, ‘soykırım’ kavramının ve hukuki tezlerin güvenilir bir tarih perspektifini engellediğini; ve her iki resmi devlet tezinin de aşırı manipülatif olduğunu düşünmekteler. Bu nedenle sempozyum sadece Türk değil, Ermeni resmi tezine de katılmayan insanları içermekteydi. Çağrılmasında yarar olduğu söylenen kişiler arasında sadece Kemal Karpat ve Halil İnalcık ciddiye alınabilecek isimler; ancak onların da bu konuda çalışmaları yok. ‘Tehcirin sadece suçlulara uygulandığı’ cinsli, apaçık yanlışlar serdetmede sakınca görmediği belli olan Halaçoğlu gibilerine gelirsek, bu kişilerin tarihçiliklerinin esas olarak sahip oldukları memuriyetten kaynaklandığı düşünülmekte. Gene adı geçen Gündüz Aktan gibi bazılarının ise kendi görüşlerinden ziyade, devletin pozisyonu etrafında taktiksel görüş belirttiğine dair epeyce yaygın bir kanı mevcut… Kısacası bu sempozyum, hem bu alanda çalışma yapmakta olan, hem de entelektüel duruşu itibarıyla özgür davranabileceği düşünülen katılımcılara yönelmiş gözüküyor.

Eğer devlet bugüne dek tarihi resmi görüşe hapsetmeyi değil de, tartışmaya açmayı tercih etmiş olsaydı; sempozyuma katılacak tarihçilerin büyük çoğunluğunu şimdi yanında bulacağından kuşku yok. Bu sempozyum, devletin bir ‘siyasi akademik memur’ kategorisi vasıtasıyla bilimsel merak ve çalışmayı bastırma çabalarına olan tepkiyi yansıtmaktaydı. Devletin gerçek bir konuşmaya tahammül edememesi nedeniyle konuşma dışı bırakılanların, konuşmaya dahil olması hem akademik dünyanın, hem de bizzat devletin ‘namusunu’ kurtaracak bir adımdı. Ama görünen o ki buna bile tahammül yok… Çünkü devlet tarihsel gerçekliği sadece iki pozisyona indirgemeye çalışırken, tartışmayı da bu iki konumun taraflarının karşı karşıya gelmesi olarak tanımlıyor. Gerçekler ortaya çıksın diye mi? Yoksa gerçekler taraflar arasında bölüşülsün ve vatandaş taraf olmaya zorlansın diye mi? Yaşanmışlığa bakamayanların, arşivdeki iç yazışmalar yoluyla üreteceklerinin ‘tarih’ mi olacağı sanılıyor? Bu garip anlayışa direnen entelektüel namusu ihanet olarak görmenin, siyasi namusu da ayaklar altına aldığı ne zaman kavranacak?

Yorumlar kapatıldı.