İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Nesnel bir tarih´

Rektör, yapılacak toplantıların içeriğine karışmalı ve askerlerine söz geçirecek kadar da müdebbir ve güçlü olmalı. Bakın akademisyenler kendilerini nefer olarak hissettikleri zaman nasıl verimli oluyorlar. Nazi Almanyası’nın bilimde neden o kadar ileriye gittiğini sanıyorsunuz ki?..

Y. HAKAN ERDEM

Tarihçilerin işi geçmişi anlamak. Dolayısıyla “dumanı üstünde bir konunun tarihi mi olurmuş?” diyenler olacak. Doğrudur. Konu güncel ve sanırım uzunca bir süre de güncelliğini koruyacak. Aynen benim pek hazetmediğim bir jargonla “Ermeni meselesi” diye bilinen konunun güncelliğini koruması gibi.

Öte yandan ortada bir de tarih var. Başka disiplinlerin yalancısıyım, beynimizin “şimdi” olarak algıladığı zaman dilimi bir saniyenin yalnızca beşte biriymiş! İşte bu geçmişi anlayabilmenin yoluysa onu yeniden üretmekten geçiyor. Bu gereklilikten dolayı da, üzülerek söylüyorum, her türlü naif düşünceye saygı duyuşum bir yana, öyle “tek bir tarih”, “nesnel bir tarih” filan olamıyor. Bir alay “tarih”, bir sürü
“geçmiş”, “tarihler”, “geçmişler” olabiliyor.

İşte bu geçmişi yeniden üretme işinde o unutkan beynimizin yardımına belgeler koşuyor. Bu anlamda, bu satırlarda küçük bir tarihçilik uygulaması yapmak, şu “malum” konferansla ilgili tarihe havale edilen belgelerin bazılarını irdelemek isterim. Daha şimdiden binlerce sayfa tutan bu belge yığınının içinden de yalnızca iki tanesini seçiyorum. “Neden diğerlerini seçmiyorsun?” diyebileceklere de şunu söylüyorum: Çünkü canım bunları seçmeyi istiyor. Çünkü tarihçi benim. Nasıl ki bir “denge” gözetilsin diye her yemekte bir acı bir de tatlıyı yemek istemiyorsam, nasıl ki içinde bulunan meyve-sebze çokluğundan, “çoğulculuğundan” dolayı kahvaltıda aşure yemiyorsam, burada da yalnızca bu iki belgeyi incelemek istiyorum!

İki belge

Burasını dürüst bir şekilde belirttikten sonra belgelere geçebiliriz. Birincisi 24 Mayıs 2005 tarihli bir TBMM tutanağı. Diğeri ise 25 Mayıs tarihli bir YÖK açıklaması. İki belge de 25-27 Mayıs tarihleri arasında yapılacak olan “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” adlı konferansı konu ediniyorlar. Belgelerin yapıları, fiziki görünüşleri, üretilme amaçları çok farklı. Tutanak olanı edebi tür olarak bir tiyatro oyununa benziyor. Facia mı, fars mı olduğunu zaman gösterecek. Değişik aktörler var, sırayla konuşuyorlar, izleyiciler de var.

Tutanak, başkanın “Sözde Ermeni Soykırımı konulu konferans” hakkında İstanbul Milletvekili Sayın Elekdağ’a gündemdışı söz vermesiyle başlıyor. Konferansın adını isim babaları bu şekilde koymamışlardı ama başkan bu ismi tercih etmiş diyerek, Sayın Elekdağ’ın söylediklerinin tarihe emanet edilmiş yazılı haline bakıyoruz. Bir gazete yorumunu alıntılayarak, “Konferanstaki konuşmacıların hemen tümü Ermeni soykırımının varlığını iddia eden ya da bu konuda resmi tezleri sorgulayan isimler. Düzenleyiciler, demokrat olma iddiasında kişiler; ama, konferansta, soykırımın olmadığı tezini savunacak isimler yok” diyerek sözüne başlıyor. Demek ki konferans düzenleyicilerinin 17 Mayıs tarihli basın açıklamasına rağbet etmemiş de bunun üzerine yapılan bir yorumu tercih etmiş! Demek ki bir tarihşinas olmasına ve birincil belgelere olan düşkünlük beyanına karşın ikincil belgeyi seçiyor. Olabilir. Tercih bu. Canı öyle istemiş.

Türkiye’yi, Türkiye’de çok başarılı bir şekilde temsil ettiğini yakın geçmişte gördüğümüz Elekdağ, bu “haber” üzerine araştırmış ve internetten konferansta konuşma yapacakların listesini çıkarmış. Görmüş ki “…bunların hepsi Türkiye’yi soykırımla suçlayan, yani, Ermeni görüşlerini savunan akademisyen ve gazeteciler.” “Hepsi” gibi kesin bir yargıya listeye yalnızca bakmakla nasıl ulaştığını anlamaya çalışırken, bakıyoruz ki bir sonraki cümlesinde daha yumuşak: “Tabii aralarında bu iddiaları sorgulayan; ama, karşı çıkmayan birkaç isim de var.” Soykırım iddialarını “sorgulayan” kişiler olduğunun ayrımına vardığına göre, burada o “hepsi” sözünü nakzediyor diye düşündüğümüz anda ise bir önyargı tazelemesi yapıyor: “Dikkati çeken husus ise, Türk tarafının görüşlerini ortaya koyacak tek bir akademisyenin veya uzmanın konuşmacı olarak bu konferansa davet edilmemiş olması.” Bu suçlama daha sonraki pek çok belgede yinelendiği ve bazılarına doğrudan ilham verdiği için bu noktada biraz duralım.

Demek ki bir “Türk tarafı” varmış ve bu taraftan kimse konuşmacı olarak çağrılmamış. Elekdağ’ın mesleki bir deformasyonla bu konferansı iki tarafı bir araya getirecek bir diplomasi platformu sandığı sarih olarak anlaşılıyor. Katılımcılar kendilerine verilen yetkinin sınırları içinde kalarak bir “toplantıya” katılacak! Bu ancak diplomatik müzakerelerde olur. Olur da bu konferansı düzenleyenler diplomat veya politikacı değil ki! Bir kurum, kuruluş, devlet, örgüt adına konuşmuyorlar ki! Kendilerine ait bir “resmî söylem” belirlememişler ki! Kalkmış, devletin resmî tezlerine mesafeli durduklarını önceden açıklamışlar. Öbür türlü, “devlet” de “siz kim oluyorsunuz da benim adıma konuşuyorsunuz?” demez miydi? Demek ki müzakere yapılacak bir karşı taraf yoktur. Görüşünü rahatça söylemek isteyen, asla aynı olmayan, zengin, karışık, çeşitli bir gürûh vardır. Bu gürûhu, “gürûh-u mekrûh” olarak ilân etmeye ne gerek var efendim? Türk tarafının görüşlerini savunacak devletlûlar gider Ermeni veya diğer devletlûlarla müzakere eder, pazarlıklarını yaparlar. Dolayısıyla konferansın kendi amacını resmi tezlerden farklı görüşlerin ortaya konması olarak tanımlaması gerek bilimsel gerek politik, her açıdan son derece sağlıklı bir tavırdır.

Sentez merakı

Belgeye geri dönersek, Sayın Elekdağ; “Yani, konferansın amacı daha başından Türkiye’yi soykırımla suçlamak olarak tanımlanıyor. Oysa, bilimsel bir konferansta karşılıklı tezler ortaya konur ve gerçek bunların sentezinde aranır.” diyerek bir bilimsellik tanımı getiriyor. Bu tanımın da bilimin nasıl yapılacağı konusunda sıkıntıya düşenlerin imdadına nasıl yetiştiğini, ikinci belgemizi irdelerken göreceğiz. Demek ki bir konferansın bilimsel olabilmesi için konuşmacıların farklı tezleri savunmaları ve sonra bir senteze ulaşmaları gerekiyormuş. Bana yine bir diplomasi usulüymüş gibi geliyor bu yaklaşım. “Sentez” yerine “uzlaşma” desek? Benim bildiğim, bir akademik toplantıda çıkar, bildiğinizi, nasıl bildiğinizi gösterir bir tarzda sunarsınız. Mesela tutalım ki “evrim” üzerine bir konferans düzenlemektesiniz; bu konudaki verilerinizi paylaşır, eleştirileri not eder, tartışmalara girersiniz. Ama, konferansınız, Elekdağ’ın kıstaslarına göre bilimsel olsun diye “yaradılışçıları” konuşmacı olarak davet etmeniz şart görünüyor! Moleküler biyoloji ve genetik konferansının yeterince bilimsel olabilmesi için teologların karşı görüşlerini dinleyip “sentez” yapmadan olmuyor demek ki! Bir konferans düzenleyicisi olarak bir iki naçiz tavsiyem: Olur da “deprem” üzerine bir konferans düzenlemek isterseniz, dünyanın altı küsur bin yıl önce yaratıldığı ve tektonik tabaka-mabaka olmadığı karşı tezini ısrarla işleyenleri davet edin ki “senteze” ulaşasınız. Psikologlara da hayırlı sentezlere ulaşmaları, kimsenin sırtına bıçak sokacak bir duruma gelmemeleri için “rüya tabircilerini” hararetle tavsiye ediyorum.

Sayın Elekdağ, yukarda anahatlarını çizdiği yöntemle bu konferansın “hiçbir bilimsel yönü olmadığını” tespit ettikten sonra bu “hain projeye Boğaziçi Üniversitesi’nin alet edilmesi”ne üzülüyor. “Acaba” diyor BÜ Rektörü’nü kastederek, “bu konferansı yapmak isteyen akademisyenlere söz mü geçiremedi yoksa, kendisi de onlar gibi Ermeni soykırımına arka mı çıkıyor; bunları açıklaması gerekir.” O üniversite rektörünü, diğer üniversite rektörlerini ve Sayın Teziç’i “bu konuya el atmaya davet” ediyor.

Böylece rektörlerin akademisyenlere nasıl davranması gerektiğini görüyoruz. Rektör, yapılacak toplantıların içeriğine karışmalı ve askerlerine söz geçirecek kadar da müdebbir ve güçlü olmalı. Bakın akademisyenler kendilerini nefer olarak hissettikleri zaman nasıl verimli oluyorlar. Nazi Almanyası’nın bilimde neden o kadar ileriye gittiğini sanıyorsunuz ki?

Yine aynı belgede başka milletvekillerinin görüşleri de var. Bu tutanağa herhalde sadık bir şekilde yansıyan bu görüşleri ihâta edemediğim için bunları geçiyorum. Sayın Çiçek’in belgede beyan ettiği görüşler üzerine de pek bir şey söylemeyeceğim. “Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık.” buyuruyorlar. Bu içtenlikten ötürü ancak teşekkür etmek geliyor içimden. Kendi adıma ve bu belge kayıtlarda durduğu sürece, geleceğin tarihçileri adına teşekkür ediyorum. Tarihi olayların aktörleri bu tür “niyet” veya “kast” beyanlarını tarihe bir dipnot olarak bırakmıyor her zaman! Yalnız, ilerdeki tarihçi kardeşlerim adına soruyorum: Madem o an yetkiniz yoktu, madem suç tanımlanmamıştı neden birilerini ihanetle suçladınız? “İhanet etme dönemini artık kapatmamız lazım” dediğinize göre, siz tam da bir geçiş döneminde yakalandınız. Ertesi gün yeni Ceza Kanunu’nu konuşacaksınız, şimdi neye dayanarak bu suçlamaları yaptınız? Bir iki günlük sabır ve teenni devlet adamı olma vasıflarınıza daha çok yakışmaz mıydı? Ayrıca gerekli kanunlar çıktıktan sonra da sanki “suçun” gerçekleşmesini bekleseniz daha iyi olurdu gibime geliyor. Hukukçu değilim ama okuduklarımdan şöyle bir izlenim kalmış aklımda. Hukuk sistemleri rasyonel-pozitif ve irrasyonel diye ikiye ayrılıyormuş. İrrasyonel sistemlerde “sen suç işleyecek gibi duruyorsun” diyerek peşin cezalandırma olabiliyormuş. Birinin suçlu olup olmadığını anlamak için ateş üzerinden yürütmek gibi yöntemler de varmış. Ateşe düşerse suçlu, geçerse demek ki suçsuz! Bizim sistem henüz oralara kadar tekâmül edemediği için, acaba o suç neyse “sabit olması”, “teşekkül etmesi” gibi bugünkü hukuk anlayışınca konulan aşamaları beklemek gerekmez mi?

Hançer-ihanet

Üstelik bu peşinen yaptığınız rönesans tiyatrosuvari “hançer-ihanet” yargılarında bir de mantık hatası var, düzeltirseniz geleceğe dört başı mamur bir belge bırakmış olursunuz. Size “falanca ülkenin parlamenterleri” diyeceklermiş ki “siz bizi ikna etmeyin; gidin, Boğaziçi Üniversitesi’nde Boğaza bakarak bu yalanları söyleyenleri ikna edin.” Bakın tarihçi olarak oturdum, bir birincil belgeyi anlama çabamda gerçekten tıkandım. Şimdi birilerinin Boğaz’a bakarak yalan söylediğini size başkaları söyleyecekse, adamları niye ve neye iknaya çalışıyorsunuz ki? Sizin tasvip etmediğiniz bir gruba “yalancı” diyorlar! Yoksa gün olur devran döner, siz hasbelvazife, o parlamenterlere eskiden yalancı hainler olarak gördüklerinin aslında doğru bir yerde durduklarını kanıtlamaya mı çalışırsınız? Bu ihtimali mi hesap ettiniz? Eğer öyleyse bu incelikten dolayı kutlanmalısınız.

İşte görüyorsunuz, ne kadar zengin bir malzeme sunuyor tarihçiye iki belge. Söz tükenmedi. Ben her şeyi irdeleyemedim. Daha ikinci belgeyi konuşacaktım. Diyordum ki, aa ben o belgenin özünü zaten yazmamış mıyım: O belge Sayın Elekdağ’ın koyduğu bilimsel standartları aynen benimseyip, “bu toplantıda konu ile ilgili başka görüş ve düşüncelere yer verilmediğini” keşfetmemiş mi? Böylece bilimsel toplantıların niteliklerini tanımlayıp, bu toplantının bilimsel olmadığı kanısına ulaşmamış mı? Allah selamet versin!

Y. HAKAN ERDEM: Sabancı Üni. Öğretim üyesi-Yazar

Yorumlar kapatıldı.