İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Arkadan hançerleme efsanesi

Öyle görünüyor ki, AB ile bütünleşme sürecindeki Türkiye’de, 2005 yılında, 1918 Almanya’sını hatırlatan bir dinamik var

AYŞE KADIOĞLU

Arkadan Hançerlenme Efsanesi (Dolchstosslegende) l. Dünya Savaşı’nın sonunda, Versay Antlaşması’nın imzalanmasına doğru evrilen siyasal konjonktür içinde Almanya’da ortaya çıkar. Bu efsane Almanya’da, dönemin milliyetçi muhafazakârlarının ve savaştan yenilgi ile dönen askerlerin, yenilgi duygusu ile başedebilmek için sımsıkı sarıldıkları bir mitos. Bu mitosa göre Almanlar, aslında cephelerde kahramanca savaşmışlardır ancak savaş kaybedilmiştir. Savaşın kaybedilmesinin nedeni kahramanca savaşan askerleri ve milliyetçileri “arkadan hançerleyen” içerideki düşmanlar yani Marksistler ve Yahudilerdir.

Kasım suçluları

Arkadan hançerlenme haleti ruhiyesini Adolf Hitler, -ironik bir şekilde Türkiye’de “çok okunan”- Kavgam kitabında tasvir eder. Almanya’nın yenilgi haberi Hitler’e ulaştığında, o Pasewalk’da bir cephe hastanesinde gaz zehirlenmesi nedeni ile geçici körlük tedavisi görmektedir. Yenilginin kesinleştiği anlaşıldığında askerler acele ile iktidarı, ateşkes kararını verecek olan sivil bir hükümete devrederler. Aslında askeri kanadın önde gelen komutanı Mareşal von Hindenburg “askeri” nedenler ile savaşa hemen son verilmesi gerektiğini söylemiştir ama bu son verme işlemi sivillere yaptırılır. Ne gariptir ki, aslında sivilleri ateşkese askerler ikna etmişlerdir ve sivil hükümetin başını çeken Sosyal Demokratlar hükümeti istemeden devralmışlardır. Kasım 1918’de ateşkes kararı verdiklerinde, Pasewalk’daki hastanede bulunan Hitler, Arkadan Hançerlenme Efsanesi’nin tohumlarını atar. Hitler’e göre suçlular, cephelerde kahramanlıklar göstermiş olan askerleri, savaşın yenilgi ile bitmesine rıza göstererek arkadan hançerleyen, “Kasım ayı suçluları” yani ateşkesi imzalayanlar, Marksistler ve Yahudilerdir. Bu mitosu keşfettiği anı ve 10 Kasım 1918 gecesi ve onu izleyen günler ve gecelerde o hastanede hissettiklerini “Kavgam”da şöyle tasvir eder: “Her şeyi kaybettiğimizi biliyordum. Düşmandan merhamet ancak aptallar, yalancılar ve suçlular dileyebilirdi. O gecelerde, içimde nefret büyüdü, bu hareketi yapanlara yönelik olan nefret… Sefil ve dejenere suçlular! Bu saatlerde, bu canavarca olayı açığa kavuşturmaya çalıştığım nisbette gazabın ve rezilliğin utancı yüzümü kızartıyordu. Bu sefillikle kıyaslandığında gözlerimdeki acının ne ehemmiyeti vardı? Ve birden kendi kaderimin ne olduğunu anladım. Siyasete girmeye karar verdim.” (Shirer, W. L., The Rise and Fall of the Third Reich içinde zikredilir, s. 56).

Kısacası, Hitler’e göre savaşı bitirenler, askerleri arkadan hançerleyen iç düşmanlar olan Marksistler ve Yahudilerdi. Demek ki savaş bitmemişti, içeride bu sivil kesim ile savaşa devam edilmeliydi. Bu belki de dünyanın siyasetinin çivisinin çıktığı bir anın tasviriydi. Çünkü bu içerideki savaş ki, Nasyonal Sosyalizmin yükselmesinde son derece etkili olmuş bir mitosa, yani “Arkadan Hançerlenme Efsanesi”ne dayanıyordu. 1918’de sivilleri yönetimi ele alıp ateşkes ilan etmeye teşvik eden Mareşal von Hindenburg, henüz arkadan hançerlenme ifadesine başvurmuyordu. Ama çok değil ateşkesten sadece bir yıl sonra, 1919 yılının Kasım ayına gelindiğinde, o da şöyle diyecekti: “Bir İngiliz generalinin doğru olarak söylediği gibi, Alman ordusu arkadan hançerlendi” (Shirer, s. 55 ).

Özetle, l. Dünya Savaşı yenilgisini içlerine sindiremeyen Alman ordusu ve milliyetçi-muhafazakâr siyasetçiler, yaşadıkları hayal kırıklığına çare olarak aslında kendilerinin cephelerde kahramanca savaştıklarına ancak bir avuç sivil Marksist ve Yahudi siyasetçi tarafından satıldıklarına ikna olmuşlardı. Yenilgiyi taşıyamayanların sık sık başvurduğu bir ifade ile “ben yapmadım o yaptı” diyorlardı. Bu mitosun kıvılcımını ateşleyen yeni siyasetçi ise Hitler’di. Çok geçmeden gerek savaş gazileri gerekse eski milliyetçi muhafazakâr siyasetçiler onun etrafında toplandılar ve aslında “yenilmediklerini” dünyaya göstermek uğruna korkunç bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Onlara göre suçlu, adına antlaşma bile demedikleri Versay Diktat’sına imzayı atanlar, yani “Kasım Suçlularıydı”. Kasım Suçlusu olmak ülkeyi satmak anlamına geliyordu. Kasım Suçluları’na açılan savaş, Almanya’da faşizmi doğurdu. O dönemde söz konusu edilen Kasım Suçluları’nın eline, Versay’da imza atarken kullandıkları kalemi askerlerin vermiş olması ironik bir durumdu.

1918 Almanya’sı neden bugünün Türkiye’sine benziyor? Ortada yeni bitmiş bir savaş ve orada cephelerde kahramanca savaşmasına rağmen savaşı kaybeden bir ordu mu var? Havaya hazmedilemeyen bir yenilgi hissi filan mı hakim? Çünkü “Arkadan Hançerlenme Efsanesi” böyle bir dinamiğe işaret ediyor. Yoksa AB’den esen demokratikleşme rüzgarına karşı gelişen bir refleks mi bu?

Osmanlı Ermenileri Konferansı

Ben bugün bu satırları yazarken aslında odamda bilgisayarımın başında oturuyor değil, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı bir konferansın açılış konuşmalarını dinliyor olacaktım. Oysa konferansın yapılacağı 25 Mayıs (bugün) tarihinden bir gün önce Adalet Bakanı Cemil Çiçek bu konferansı düzenleyenler için “bizi arkadan hançerlediler” ifadesini kullandı ve konferans ertelendi. Oysa, genelde olumlu yaklaşımları ile bilinen Bakan Çiçek’in gösterdiği “milliyetçi refleks” tabuların aynen kalmasına sebep oluyor.

Öyle görünüyor ki, AB ile bütünleşme sürecindeki Türkiye’de, 2005 yılında, 1918 Almanya’sını hatırlatan bir dinamik var. Beni bu bağı kurmaya iten “Arkadan Hançerlenme” ifadesi, Nasyonel Sosyalizmi araştıranların çok iyi bildikleri bir ifade. Bu dinamiğe göre bir tarafta memleketi sevenler öteki tarafta da onu satanlar var. Bu basit kamplaşma son derece faşizan kokular salgılıyor. Bu kokuyu almamak mümkün değil. Konuşmak için ille de karşı kamplardan olmak gerekmiyor. Benzer yöntemler ile araştırma yapanların yan yana gelmesi akademik toplantılarda daha verimli sonuçlar doğuruyor. Aksi takdirde avaz avaz bağıran sağırlar diyaloğu ile karşı karşıya kalınıyor. Konferansın “karşı kamptan” yani milliyetçi cenahtan kimseyi içine almamasından daha önemli olan yanı tarihçiler ile diğer sosyal bilimcileri buluşturma çabasıydı. Çünkü bu meseleyi sık sık telaffuz edildiği gibi sadece tarihçilerin çözmesini beklemek gerçekçi değil. Ne yazık ki konferans düzenleyicileri kendilerini “Kasım Suçluları” durumunda buldular.

Peter Gay, 1920’ler Almanya’sında tarihçilerin sosyal bilimlerin diğer dalları ile bağlarını koparıp tarihteki askeri zaferleri öne çıkararak Cumhuriyet’e çeşitli suçlar yüklediklerini yazar. Bu dönemde tarihçilik, eski zaferlere duyulan özlem ile gölgeleniyor ve kimi zaman istilaları akla uydurmaya kimi zaman da demokrasinin zararlarından dem vurmaya yarıyordu. Peter Gay’in şu cümlesi çok önemli: “Saygı elbette ki önemli bir değer ancak 1920’ler Almanya’sında saygı artık bir yük olmuştu. Tarihçinin görevi yanlış anlaşılan bir geçmişe hürmetin tohumlarını ekmek değil, gerçeğin acımasızca araştırılmasıdır.” (Weimar Culture, s.92).

Konferansın iptalinin şekli tarihçilerle birlikte çalışan bir siyaset bilimci olarak bana 1920’ler Almanya’sını düşündürttü. Eğer konferansı düzenleyenler, “Kasım Suçlusu” olarak görünüyor ise, bu ülkedeki demokratlar gerektiğinde “hepimiz Kasım Suçlusuyuz” demeyi bilirler sanıyorum. Ancak “Kasım Suçluları” olarak görünenlerin konferansın düzenleyicileri olduğundan o kadar emin değilim. Galiba kurulu düzen kendi işini hükümete yaptırıyor ve aslında hükümeti “Kasım Suçlusu” durumuna düşürüyor.

Yorumlar kapatıldı.