İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Yaralayan´ onun sözleridir, diğerlerinin ki değil

Kürşat Bümin

Gazeteler sadece konferansın değil aslında demokrasinin “ertelenmesi”ne yol açan malum açıklamalar hakkında yazılıp çizilenlerden geçilmiyor… Yazılıp çizilenleri kaba olarak üç gruba ayırmak mümkün: 1- “Ağzına sağlık Cemil Çiçek”ciler. 2- “Hiç mi hiç zamanı ve yeri değildi AMA”cılar. 3- Ortadaki hükümet kaynaklı “skandal”ın sadece konferans konusu ile sınırlı kalmayıp, geniş olarak toplantı ve ifade özgürlüğü, dar olarak ise akademik özgürlüğe nizam vermeye çalışan bir müdahale olarak anlaşılması gerektiğini ilan edenler.

Türkiye’de bu üç grup ve dolayısıyla bu üç yaklaşım şekliyle -tabii ki- sonunda ertelenmek zorunda bırakılan konferans dolayısıyla karşılaşmadık. Bu “gruplaşma” ülkenin önüne çıkan hemen her kritik meselede kendisini göstermiyor mu?

Birinci grupta yer alan çoğu yazar-çizere söyleyecek fazla bir şeyimiz yok. Yazılı basında kapılarını (nihayet!) Reha Muhtar’a da açan bu gruba ilişkin belki şu iki kısa “dipnot” düşülebilir: Bunlardan birincisi, Hasan Celâl Güzel gibi -fikriyatı bütününde nasıl olursa olsun- “düşünce açıklamak”tan dolayı Ayaş hapishanesinde gün saymış bir insanın iş biraz nazikleşince vakit geçirmeden soluğu “eski dostu” Çiçek’in yanında alması düşündürücü bir “tutarlılık” örneği değil midir? Bu fasıla ilişkin ikinci dipnotunu da, “merkez medya”nın sırasında bir kalemi ne hale getirdiğinin iyi bir örneği olarak Akşam’dan Nihat Genç hakkında düşmek yerinde görülür mü acaba? Bugüne kadar imzasını birçok güzel metnin altında gördüğümüz bir yazarın elinden “Kazmalar ve maşalar” başlıklı baştan sona “deli saçması” (yoksa, “deliler”in günahını almadan doğrudan “zırvalar” mı desek acaba?) ile dolu bir yazının çıktğına şahit olmak da, bu ülkenin okurlarının bir kaderi olsa gerek…

İkinci gruba (yani “Ama”cılara) ilişkin olarak da, bu grubun içinde yer alan kuvvetli bir kalemden çıkan şu cümleyi hatırlatmakla yetinelim:

“Elbette akademik özgürlükler kavramı, Türkiye’nin temel tezlerine karşı görüşlerin ifade edilmesini de içerir, ‘soykırım’ diyenler de konuşur. Ama bir dernek veya kulüpte değil, ‘üniversite’de yapılan böyle bir konferansta tek yanlı görüşler işlenir de Türkiye’nin savunageldiği tezleri savunacak tarihçilere, hukukçulara, diplomatlara konuşma imkânı verilmezse bunu ‘akademya’ ve ‘üniversite’ kavramlarıyla bağdaştırmak mümkün değildir.” (Taha Akyol, Milliyet) (Burada bir parantez açmamak olmaz herhalde: Yazar madem ki böyle akıl yürütüyor, o halde yazarın “Harp Akademileri”ndeki giderek sıkça düzenlenen “bilimsel” toplantılara Mango ile birlikte İngiliz yazarın ilgi alanına giren konuları çalışan ve farklı düşünen akademisyenlerin çağrılması gerektiğini de hatırlatması gerekmez mi?)

(Sırası değil belki ama Andrew Mango’nun adı geçti diye hatırlatıyorum: Konferans’ın düzenleyecileri ve katılımcıları tarafından yapılan ortak yazılı açıklamayı internetteki sayfasına yerleştirdiği halde kağıt üzerine baskısında kaldıran Hürriyet’in haberine göre, Çiçek’in konuşmasını değerlendirken “Atatürk’ün benzer bir toplantının yapılmasını desteklemeyeceğini, ancak karşı çıkarken ölçüyü de iyi ayarlayacağını kaydedin” hatırlatmasını yapan Mango sözlerine şöyle devam etmiş: “Atatürk konferansa pragmatik yaklaşırdı, konuşurken davaya hizmet eder mi ona dikkat ederdi.” Hey Allahım, başımıza son yıllarda bir de Mango çıktı!)

Durun yazıyı daha noktalamadık, hatta buraya kadar ki “giriş”le sözü getirmek istediğim yere henüz ulaşmadık:

Buraya kadar örneklerle sıraladığım üç gruba dahil etmek istemedim bir yazar var sırada. Ve açık söyleyeyim, konferansın başına gelenlere ilişkin yayımladığı yazılarla beni en fazla düşündüren ama aynı zamanda şaşırtan ve “yaralayan” bir yazar o… Çiçek’e açık ya da örtülü destek çıkan diğer kalemlerin yazıp çizdikleri benim açımdan o kadar düşündürücü, şaşırtıcı ve (hiç mi hiç) “yaralayıcı” değil. Ama o nasıl yapabildi bunu?

Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden “…birinci paragraftaki ‘hüsnü zannım’a da ihtiyatla yaklaşmak gerektiği inancındayım” gibi bir cümleyi okuduğumu hatırlamıyorum…

Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden “Resmi görüş ‘Soykırım yok’ şeklinde olduğuna göre, sempozyuma katılanlar ‘soykırım olmuştur’u savunacaklardı” benzeri, “niyeti” mahkûm eden bir cümleyi okuduğumu hatırlamıyorum…

Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden “Ve tabii, ‘gerçeğin ortaya çıkmasına tahammül edilmedi’ yollu ‘kıstırma’ temaları hemen içerde işlenmeye başladı” gibi “malum koro”ya iştirak eden bir cümle okuduğumu hatırlamıyorum…

Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden “Doğrusu ben, bu girişimin bir ‘gerçeği arayış’ girişimi olduğu kanaatinde değilim” gibi (kusura bakmasın ama) bir “klişeyi” tekrarlayan bir cümle okuduğumu hatırlamıyorum…

Hele bu yazarın “Üniversitelerimizden üçü bir araya gelip ‘başörtüsüne özgürlük sempozyumu’ düzenlerse, ben mahcup olmaya ve özür dilemeye hazırım” gibi bir cümleyi -hem de önündeki katılımcı listesine bakarak- nasıl yazabildiğini hiç mi hiç anlamıyorum…

Söylediğim gibi; diğerleri bir yana ama bu cümleler ve benzerleriyle oluşturulmuş iki yazı -sizi bilmem ama- beni çok düşündürdü, çok şaşırttı ve çok da “yaraladı” doğrusu….

Ne diyelim? Yoksa kongrelerden dışarıya taşan “Beraber yürüdük seninle bu yolda..” şarkısının “fazla yeni” ve aynı zamanda “hiç mi hiç kalıcı olmayan”, yani “geçici”, yani “akıldan çabuk çıkacak”, “fantezi” türünde bir şarkı olduğunu iddia edenlerin tespiti doğru mu?

Yorumlar kapatıldı.