İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kopenhag’da bir sempozyum

Etyen Mahçupyan

Yıllar önce Türkiye’deki konfeksiyon ihracatçıları anlamakta zorlandıkları bir ahlaki taleple karşı karşıya gelmişlerdi: Avrupa’lı müşteriler belirli bir yaşın altında çocuk çalıştıran firmalardan mal almak istemiyorlardı; ve iş verilmediği takdirde bu çocukların sokakta hiç de uygun sayılmayacak faaliyetlere yönelecekleri gerçeği Batılılara bir türlü anlatılamadı. Söz konusu örnek, modern toplumların bir tür günah çıkarmasına işaret etmekteydi belki; ama giderek ahlak üzerinden hayata geçirilen bir totalitarizme de gönderme yaptığı söylenebilirdi.

Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, Ermeni meselesi etrafında tarihçileri bir araya getiren geçen haftaki sempozyum bu tespiti bir kez daha gündeme getirtiyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki – konsolosluk mensuplarımızın görev bilinci içinde hemen her konuda yaptıkları itirazları bir yana bırakırsak – epeyce yansız bir tartışma ortamı sağlanmıştı. Katılımcılar sadece tarihsel veriler üzerinde durmadılar. Soykırım kavramının tarihsel araştırmayı domine etmesinin sakıncalarından, Türklere Balkanlarda ve Kafkaslarda uygulanmış olan zulümün zihinsel ve psikolojik etkisine; nihayet zamanın dünya güçlerinin belirsiz ve iki yüzlü politikalarına dek birçok nüansa yer verildi. Ancak şunu da görmek gerekiyor ki; en Türkiye yanlısı bakışa sahip olan tarihçiler bile yaşanmış olan olayların ‘soykırım’ tanımına girdiğine hemfikirler. Dolayısıyla bugün Avrupa’da 1915’in bir soykırım olup olmadığına dair bir tartışma olmadığı gibi; bunun soykırım olmadığı öncülüyle tarih yapanlar ‘inkarcı’ diye adlandırılarak, tarihçiden ziyade ‘siyasetçi’ muamelesi görüyorlar. Sonuçta ortaya kabaca iki grup çıkmakta: Tarihi bütün genişliği ve zenginliği içinde ele almak gerektiği gerçeğinden hareketle, yaşananı ‘anlamayı’ öne çıkaran ve soykırım sözcüğüne fazla takılmıyanlar birinci grubu oluşturmakta. Diğerleri ise yaşananların ‘cesurca betimlenmesini’ merkeze koyarak, tarihin ima ettiği sorumluluğu tarihçiden bekleyenler…

Bu iki grubun siyasi açıdan dağılımına baktığımızda ise aralarındaki farkın, örneğin Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilişkili olmadığını görüyoruz. Çünkü hepsi de bu üyeliği destekliyor… Ancak ilk grup Ermeni soykırımının tanınmasını bir şart olarak görmemeye yatkınken; ikinci grup bunun AB üyeliğinin önkoşulu yapılmasında hayli ısrarlı. Söz konusu ısrarın epeyce yüzeysel bir ahlakçılığa dayandığı; Türkiye’nin ve Türklerin sorununun geçmişle hesaplaşmak olduğu kadar bugünle de hesaplaşmak olduğu; karşınızdakini anlamaya yönelik bir çabanız olmadığında ondan bir değişim de beklememek gerektiği; ve nihayet her değişimin – eğer kalıcı olması bekleniyorsa – karşılıklı güven ilişkisi içinde üretilmesi zorunluluğu gibi hatırlatmalar bu insanları epeyce rahatsız ediyor.

Anlaşılan o ki, kendi dünyalarında siyaseti etkileme açısından fazla şansı olmayan bazı akademisyenler, uluslararası bir tartışmada ‘ahlaki’ pozisyonlar alarak siyaset ihtiyaçlarını tatmin edebilmekteler. Sorunun evrenselliği, alınacak pozisyonun da evrensel olmasını meşru kılmakta ve böylece ‘ahlak’ tarihçiliğin içine meşru bir siyasi tutum olarak nüfuz etmekte… Çünkü üyesi olmadığınız bir toplum ve paylaşmadığınız bir tarih karşısında elinizde bir tek ahlak bulunmakta. Etik kaygının böylece araçsallaştırılması epeyce rahatlatıcı bir ruh hali üretmiş. Soykırımı önkoşul olarak bastırırsınız ve insani sorumluluğunuzu yerine getirmiş olursunuz… Ancak hayat maalesef bu denli basit değil ve başkalarının sorumluluk eksikliğine işaret etmeyi bilim adamlığı için yeterli sorumluluk sayan anlayışın hala fazlasıyla ‘modern’ ve oryantalist kaldığını görmek gerek.

Yorumlar kapatıldı.