İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sözlü tarih ve Ermeni sorunu

Ermeniler 1915 olaylarını o olayları yaşayan Ermenilere anlattırıp arşivleyerek bütün dünyaya duyurdu. Türkiye’de ise bu tür bir araştırma olmadı. Oysa sözlü tarihte birçok gerçek gizli…

İLHAN BAŞGÖZ

Sözlü tarih, ağıt ve Ermeni sorunu-1

Ermeni sorununu yazılı tarihe dayanarak tartışıyoruz. Oysa, bir de sözlü tarih var. Onun verilerini ne topladık, ne kullanıyoruz. Yazılı vesikalara dayanan tarihçinin bu konuda ulaştığı sonuçlar ise, ya birbirine tümden ters düşüyor veya en azından çelişkili. Sosyal bilimlerin anası olan tarih tarafsız olamıyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi geçmişin olaylarını bize, bir bütün olarak, eksiksiz tanıtacak veriler çok defa elde değil. Olaylar birbirine sağlam hatlarla bağlanamıyor. Yazılı kaynaklardaki verilerin arasında boşluklar kalıyor. Boşlukları tarihçi dolduruyor. Bu da yorum gerektiriyor.

Tarihçi yorum yaparken, ya inanışlarının, değer yargılarının, ideolojisinin ve içinde yaşadığı toplum gerçeklerinin dışına kolay çıkamıyor. Yahut benimsediği araştırma yöntemlerini izliyor. Araştırma yöntemi ise soyut bir kavram değildir. Aynı konuya değişik yöntemlerle yaklaşan tarihçi değişik sonuçlara varabilir. Rıza Tevfik kadar insafsız olmasak da, onun görüşünde haklı bir yan olduğunu kabul edebiliriz: “…Tarih ekseriya övücü, bazan yerici, çok defa gafil, ya da yabancı, nadiren pervasız, hakgü (hak arayan) ve mert bir şahid-i nakil değildir.” (Öztürkmen, Arzu. Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik,

İletişim, 1998:28)

Sistemli çalışma

Atatürk’ün Tarih Tezi, Türk tarih araştırmalarını yabancıların önyargılarından kurtarmak için ileri sürülmüştü. Bu haklı tez, sonradan, tarih amatörlerinin ve ırkçı tarihçilerin dili ve kalemi ile tüm uygarlıkları Türk’e mal eden sivri bir abartıya dönüştürüldü. 1915 olaylarını tanıtmak için Ermeniler sözlü tarihe başvurdular. Olayları hatırlayan, ABD’ye yerleşmiş bin kadar Ermeninin hayat hikâyesini kaydedip arşivlediler (Armenian Oral History, Near Eastern Center Newsletter 1(Bahar 1981:5.). Bundan başka The National Endowment for the Humanities adlı Amerikan vakfından önemlice bir para sağlayarak, 1977 yılında, 400 Ermeni’nin daha hayat hikâyesini kayda geçirdiler, arşivlerine eklediler (Laurens Ayvazian, Coordinator of the Armenian Assembly Oral History Project,1981). Bu hikâyeler Ermeni tezini kanıtlamak için büyük ölçüde kullanılıyor.

Sözlü tarih, dar anlamı ile kişinin hayat hikâyesini kendi ağzından dinleyip, kaydetmek demektir. Antropolojide ‘hayat hikâyesi yaklaşımı’ denen bu yöntem, 1940’lardan beri tarih, sosyoloji, antropoloji ve folklor tarafından yeni bir veri kaynağı olarak kullanılıyor.

Tarih gerçeği ile ilgisi bakımından, kişinin hayat hikâyesinde bazı sorunlar var. Bir insan hayat hikâyesini anlatırken, çok defa kendini bir hikâye kahramanı yerine koyar. Anlattıkları öz hayat hikâyesi olduğu halde, ona bir başlangıç, güçlüklerden geçerek gelişme ve başarılı bir son çiziyor. Bu çerçevede siz özel bir hayat hikâyesi bulacağınıza, geleneksel bir hikâye çerçevesi buluyorsunuz. Bundan başka, kişi hayat deneylerini anlatırken, özellikle büyük ve sarsıcı bir olay söz konusu ise, kendi psikolojisinin gerçeklerinden kolayına sıyrılamıyor. Ya o sarsıcı, trajik

olayı bastırıyor, hatırlamak istemiyor (repression). Yahut olayı aklileştiriyor, ona kabul edilebilir sebepler geliştiriyor. Böylece, sarsıcı olay tahammül edilebilir hale geliyor (rationalization). Veya olay, geçen zaman içinde anlatıcıda büyük bir kızgınlığa dönüşüyor, nefret ve düşmanlık halini alıyor. O vakit hayat hikâyesini anlatan, diyelim Türk adını duydukça tüylerinin diken diken olduğunu söylüyor (Rage). Yahut geçmiş olay tam bir öç alma duygusu olup, çıkıyor karşımıza (Revenge).

Bundan başka hayat hikâyesini anlatan insan, çoğunlukla toplum tarafından kabul edilir bir biçime sokuyor hikâyeyi. Böylece olay, bir tarih gerçeğinden çok, kişinin ruhsal hayatı, sosyal konumu ve içinde yaşadığı toplumun eğilimleri ile bezenmiş bir gerçek oluveriyor. 1915 olaylarını, anlatan binlerce kişiden sadece birisi, bu ruhsal etkinin ve sosyal kabulün dışına çıkmak tarafsızlığını gösterebiliyor ve olayı şöyle anlatıyor: “Biz Ermeniler kendi hatalarımızı kabul etmeliyiz. Bağımsızlığımızı elde etmek istedik. Ermeni komiteleri nice başkaldırılara giriştiler. Türkler, elbet buna müsaade edemezdi. Biz bunu kabul etmeliyiz. Eğer, bugün Amerika’da, bu komitelerin yaptığına benzer şeyler yapsaydık, Amerikan hükümeti bizi Pasifik Okyanusu’na sürerdi” (İngilizce orijinal metin: “We Armenians have to admit our guilt… We wanted to have our independence. The Armenian political committes did a lot of political uprising. Of course, Turks would not allow these. We have to admit it. If we today did something like they did, here in the United States, the United State Government would show us into the Pacific Ocean.” (Donald E. MillerLorna Tourya Miller.” Armenian Survivors: A Typological Analysis of Victim Response. Oral History Review 10 ‘1982’: 63-64)

Söz uçmasın

Hayat hikâyesi yöntemine bu kuşkulu yaklaşım, sözlü tarihin değerinin inkârı anlamına gelmemeli. Demem o ki, sözlü tarih kaynaklarından toplanan verileri ince eleyip sık dokumalıyız. Yoksa, belli bir olaya katılan yüzlerce kişinin hayat hikâyesi bize ortak bir bakış verecektir; hiç olmazsa psikolojik bir gerçeği izah edecektir. Ayrıca bunlara bakarak tarihçinin görmediği yerel detayları yakalar, olaya belli ve gerçekçi bir tarih çerçevesi çizebiliriz.

Biz Ermeni olaylarına doğrudan taraf olduğumuz halde, sözlü tarih verilerini toplamayı akıl etmedik. O bunalımlı günlerde çatışmaların çilesini çekenler, felakete uğrayanlar artık yaşamıyor. Ondan sonraki kuşaktan, olsa olsa babaların, anaların söylediklerini öğrenebileceğiz. Bilmiyorum bu yolda sistemli bir girişim var mı?

Ben, Ermeni olaylarını anlatmak için belli bir yerden, Gemerek’ten duyup öğrendiğim sözlü tarih verilerini kullanacağım. Ancak benim sözlü tarih anlayışım kişilerin öz hayat hikâyesini anlatmaları ile sınırlı kalmayacak. Her hangi bir sosyal veya tarihsel olay hakkında, onunla ister doğrudan ilişkili olsun, ister olmasın, insanların bildiklerini, anlattıklarını sözlü tarih sayacağım. Bundan başka asıl önemlisi, halk edebiyatının verilerini de sözlü tarih ürünü olarak kabul ediyorum.

Halk hikâyesi, destan, ağıt, efsane hatta rüyalar bile sosyal gerçekleri ve tarih gerçeklerini yansıtabiliyor. Oğuz toplumunun sosyal yapısını Dede Korkut Destanı’nı okuyarak öğrenebiliyoruz. Menakıb-ı Ebülvefa (13 yüzyıl) bize paçavralardan nasıl kâğıt yapıldığını, susam yağının nasıl elde edildiğinı, bir tasavvuf çerçevesi içinde, bütün incelikleri ile anlatıyor.

Rüyadaki gerçekler

Âşık İshak Kemali 1959’da bir rüya görüyor. Rüyasında, yüksek bir dağa tırmanıyor, ama çıkamıyor. Dağın tepesinde Demokrat Parti’nin işaretleri var. Şeyhi Süruri Efendi’den yorum istiyor. Şeyh diyor ki, Demokrat Parti’den ayrıl, Halk Partisi’ne gir. İshak Kemali de öyle yapıyor. 1959’lu yılları yaşayanlar bilir. İsmet Inönü’ye saldırılar yapılıyor, Uşak’ta başına taş atılıyor, yaralanıyor. Topkapı’da bir güruh Demokrat Partilinin hücumuna uğruyor, linç edilmekten tabancasını çeken bir subayın yardımı ile kurtuluyor, Himmetdede İstasyonu’nda treni durduruluyor; Kayseri’ye gitmesine engel olunuyor. Âşık Kemali, İsmet Paşa’ya yapılan saldırılara dayanamamıştı. Rüya bu sosyal gerçeğin sembollerle ifadesi idi.

Biz sözlü tarih olarak, halk edebiyatımızdan başka gerçekleri de öğrenebilirz. 1887 kıtlığında insanların çocuklarını satılığa çıkardığını, Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul’da, karaborsacıların elinde, şekerin okkasının 300, bulgurun 50, pirincin 100, sade yağın 500, etin 150, zeytinyağının ise 200 kuruşa fırladığını bir halk destanından öğreniyoruz:

Epeyce bir zaman üçyüzden aldık

Eskiden ucuz olan şekeri

Bulgurun okkası olursa elli

Pirincin iki kat fiyatı belli

Sade yağ beşyüze yakın satıldı

Sütlere bire beş su katıldı

İkiyüz kuruştan zeytinyağını

Yiyenler yutmakta balık ağını.

(Gencosman, Kemal Zeki.Türk Destanları . 652)

Gavurdağı aşiret beylerinin çadırlarında soytarılar bulunduğunu, bize gene bir destan öğretir.

Sabahaca kandilleri yanardı

Soytarılar fırıl fırıl dönerdi

Ha deyince beşyüz atlı binerdi

Sana inip konan beyler nic’oldu.(Gencosman. Age. 124)

Köylüler niye sevindi?

Dahası var. Öyle önemli yerel olaylar var ki, yazıya aktarılmamış, belli bir yerde halkın dilinde kalmış. Ve tarihçinin yolu düşmemiş o yöreye. Olayı, sözlü tarih korumuş. Sivas’ın Koyuncu Köyü’nde 1980’lerin başında insan adları üzerinde derlemeler yapıyordum. Baktım köyde herkesin toprağı var. Şaşırdım, sordum. Şöyle izah ettiler. 1950 yılında Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybedip, iktidarı Demokrat Parti’ye devredince köylülere gün doğmuş. Köyde, geniş Hazine topraklarını Halk Partili ağalar, tapusuz ekip biçiyorlarmış. Arkalarını Cumhuriyet Halk Partisi’ne dayadıkları için kimse sesini çıkaramıyormuş. Köylü bu topraklarda çalışıyor, kendileri İstanbul’da oturan ağalara gelirin önemli bir bölümünü veriyorlarmış. Seçimle siyasi desteklerini kaybeden bu ağalara köylü haber yollanmış ki, bir daha köye ayak basmasınlar. Onlar da elbet korkmuş gelmemiş. Köylü urganları almış, ölçüp biçerek bir toprak reformu yapmış, ağaların topraklarını bölüşmüşler. Tarihçimizin, sosyologlarımızın ve ekonomistlerimizin görmediği önemli bir olayla karşı karşıyayız. Köylünün Demokrat Parti’yi bir zaman niçin desteklediğini böylece daha doğru anlayabiliyoruz.

Uzun sözün kısası, sözlü tarih elbet tarih değildir. Ama, sosyal tarihçinin sözlü tarihten öğreneceği çok şey vardır.

Ermeni olayları için sözlü tarihten öğrendiklerim 1929’larda başlar, yani ben ilkokul öğrencisi iken; 1950’lere kadar yenilene yenilene sürer. Bunlar, olayların üzerinden 15 yıl geçmeden, sıcağı sıcağına ve olayların dehşetini yaşayan bir görgü tanığı tarafından bana anlatıldı. Bu tanık benim çok yakınımdır. Gemerek’te Ermeni öldürmeleri şöyle başlar:

Ruslar Kars’ı, Erzurum’u, Erzincan’ı almış, Sivas’a ilerlemektedir. Rus ordusunda Ermeni taburları vardır. Bu birlikler, Rus kumandanlar önlemek de istese, girdikleri her yerde, Müslüman Türkleri işkencelerle öldürmekte, diri diri yakmaktadır. Gemerek’e haber ulaşır ki, Ruslar Sivas’ı alınca, köyünüzün Ermenileri de sizi kesecek. Bunun için kiliseye silah ve cephane yığdılar.

Rus işgali altındaki yerlerde, Ermenilerin Müslüman halkı öldürdüğü dedikodu değildir. Cevat Dursunoğlu, ‘Kurtuluş Savaşında Erzurum’ adlı kitabında yazdı. Dursunoğlu, gençliğinde, Erzurum’da cami duvarlarında kara lekeler görmüş. Bunlar camiye doldurulup diri diri yakılan Müslüman halktan kalan islermiş. Olay 1915’ten evvel oluyor. Dursunoğlu’na inanırım. Bu Erzurum dadaşı 1919 Erzurum Kongre-si’nden sonra devletin en yüksek mevkilerinde bulunmuş, uzun zaman Erzurum milletvekilliği yapmış ve ölünce taksitle alınmış bir evden başka malı mülkü çıkmamıştır.

Aydemir anlatıyor

Ermenilerin Türkleri kırmasının daha feci örneklerini Şevket Süreyya Aydemir rapor etti. Aydemir, Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü yedek subay olarak katılan gençlerden biridir. Doğu cephesinde, Kafkas ordusunda görev yapar. 1917’de Ruslarla karşılıklı hendekler içinde vuruşmalar beklerken, bir sabah Rus askerleri siperlerinden çıkar ellerinde peynir ekmekle Türk siperlerine yaklaşırlar. Silahsızdırlar. “Biz sizinle savaşmak istemiyoruz, dost olmak istiyoruz” derler ve siperleri bırakıp memleketlerine dönerler. Rusya’da 17 Ekim Komünist ihtilali olmuştur. Rus ordusu ile beraber Ermeniler de Doğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde tutunamaz, çekilirler.

Önü açılan Türk birliklerinin içinde Şevket Süreyya Erzincan’ın bir köyüne ulaşıyor, gördüklerini anlatıyor:

“Ermeni ordusuna Taşnak komitacıları hâkimdi. Bu komitenin büyük hırsı, sadece bir imha ve intikam savaşından ibaretti. Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üzerindeki Cinis Köyü karşısında Evreni Köyü’nde, kadın, erkek, çocuk, bütün köylüler öldürülmekle kalmamıştı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkânlarındaki etler gibi, duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı. Fakat bunları yapanların hırsları bununla da sönmemişti. Köyde ne kadar hayvan ele geçmişse, mandalar, sığırlar, davarlar, kümes hayvanları, hatta köpekler öldürülmüş, parçalanmış, yerlere serilmişti… Erzurum’da kan çılgınlığı son haddini bulmuştu. Şehrin galiba yarı nüfusu öldürülmüştü. Yalnız Gürcükapısı İstasyonu’nda üç bin kadar ölü, bir odun veya kereste deposunda olduğu gibi, intizamla, adeta zevkle, dizi dizi, yığın yığın sıralanmış, istiflenmişti. …İstiflerin yıkılmaması

için, boylarına, cüsselerine göre dizilen ölü sıralarının aralarına, yerine göre ayrı ayrı boylarda, çocuk yahut yaşlı ölü vücütları sıkıştırılmıştı. Birinci Dünya Savaşı içindeki karşılıklı Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin unutulması daha iyi olacak bir safhasıdır.” (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam: 120-121. Remzi Kitabevi, dokuzuncu baskı: 2003)

Rus Ordusu 1914’te Van’ı işgal edince, bu orduya sığınarak Van’a giren Ermenilerin, geçenlerde gazetelerde bir raporu yayımlandı. Ermeniler, Van’da 3 bin Müslüman’ı kestiklerini öğünerek söylüyor.

Gemerek Ermenilerinin Müslümanları öldüreceği haberi, bu savaş koşulları içinde duyulur. Zalim bir savaştır yaşanan. Bozgun psikolojisi içindedir millet. Rus ordusu ha geldi, ha gelecek. Köylü korku içinde beklemektedir. Gemerekli, dehşet içinde toplanıp, kiliseye varır. Papaz kapıyı açmaz. Bunu silah yığınağının işareti sayan halkta, kızgınlık artar. Kapıyı kırar, kiliseye girerler. Gerçekten de büyük şarap küplerinin

içinde tüfekler ve cephane bulurlar. Panik ve şaşkınlık gemlenemez bir kızgınlığa dönüşür: “Sizinle yüzyıllardır aşımızı, ekmeğimizi paylaştık, en güzel topraklarımızı ektiniz, savaşlarda biz öldük, siz cephe gerisinde yan gelip, keyif çattınız. Bizi öldürecektiniz, öyle mi? Biz sizi öldürelim de görün!” Ve Ermeniler öldürülür. Sayı veremeyeceğim, çünkü köyün nüfusunu bilmiyorum. Ama ben ilkokul öğrencisi iken hâlâ Gemerek’te yaşayan Ermeni aileler vardı. Bu ailelerin çocuklarından Kalost ve Gülbeyaz sınıf arkadaşımdı.

Prof. Dr. İlhan Başgöz: Indiana Üniversitesi’nden emekli, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi

YARIN: Katliamın izi ağıtlarda

Yorumlar kapatıldı.