İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Tehciri

Timuçin Binder

1915 yılında, İttihat Terakki yönetimi Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermenileri bulundukları yerlerden günümüz Suriye’sinin doğu bölgesine göç ettirme kararı alır. İlk başta sadece devletin ve ordunun aleyhinde faaliyette bulunanları kapsaması düşünülen bu karar, bir süre sonra hemen hemen tüm Ermenileri kapsar. İmparatorluğun dört bir yanında yaşayan tüm Ermeniler çeşitli şekillerde bu göçe tabi tutulur. Ermeniler bu göç esnasında önemli kayıplar yaşar. Kayıpların ne kadar olduğu konusundaki tartışmalar hâlâ sürmektedir. Bu konuyla ilgili çeşitli rakamlar mevcut olmasına rağmen, bir şeyi kesin olarak söyleyebiliriz: Tehcir sona erdiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni kültürünün varlığı da büyük çapta sona ermişti. Bugün özellikle Doğu Anadolu’ya baktığımızda, bu topraklarda var olmuş Ermeni kültüründen geriye yaşayan hiçbir şey kalmadığını görürüz. Dolayısıyla, tüm tartışmaları bir kenara bırakacak olsak bile, şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Bir kültür yok olmuştur ve bu kültürün yok olma sürecinin başlangıcı Ermeni tehciri’yle aynı tarihe denk geldiğinden, ilk yapmamız gereken bu yok oluşun Ermeni tehciri’yle olan ilişkisine bakmak veya böyle bir ilişkinin varlığını kabul etmektir. Soykırım tartışmaları da bu kabulden kaynaklanmaktadır.

I.

Soykırım nedir? Soykırım, Batı dillerindeki genocide kelimesinin dilimizdeki karşılığıdır. Genocide aynı soydan gelen kişilerin yok edilmesidir. 1948’de kabul edilmiş Soykırım Sözleşmesi’ne baktığımızda da aynı tanımın kabul edildiğini görürüz: Ulusal, etnik, dinsel bir grubun kısmen veya tamamen yok edilmesi soykırım olarak tanımlanmıştır. Ermeni Tehciri’nin sonucunda Anadolu’da yaşayan Ermeni toplumunun varlığı sona erdiğinden, bu olay bir soykırım olarak tanımlanmaktadır. Fakat Soykırım Sözleşmesi, bir soykırımın soykırım olarak kabul edilmesi için kasıt da arar. Ermeni tehciri üzerine olan tartışmalarda tam burada kilitlenmektedir: Ermeni Tehciri basit bir göç kararı mıydı, yoksa Ermenilerin yok edilmesini mi içeriyordu?

Ermeni Tehciri, ne İttihat Terraki’nin ne de Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk tehciriydi. Osmanlı İmparatorluğu uzun bir süredir çeşitli tehcir hareketleriyle uğraşmaktaydı. Rusların her iki yönden ilerleyişi Müslüman toplulukları yerinden etmiş, bu toplulukların Osmanlı İmparatorluğu’na göç etmelerine neden olmuştur. Bu göç hareketlerin hemen hemen hiçbiri kendiliğinden ortaya çıkan hareketler olarak gelişmemiş, Ruslar tarafından dayatılmıştır. Son dayatma da Balkan Savaşı sırasında gerçekleşmiş, Yunan, Bulgar ve Sırp devletleri ele geçirdikleri topraklarda yaşayan Müslümanları göçe zorlamıştır. Rakamlar yeterince büyüktür. 1783–1922 arasında 1,8 milyon Tatar, 1859–1879 arasında 2 milyon Kafkasyalı, 1877-78’de 1,5 milyon, Balkan Savaşı’ndan sonra da 640 bin kişi göç etmiş, göç etmeye zorlanmıştır. Bu göçler sırasında kayıp da söz konusudur. Yaklaşık 800.000 kişi ölmüştür.

Müslümanların tehcirinin arkasındaki ana neden, bu toprakların yeni fatihleri ve yeni egemen sakinleri tarafından kendi benimsedikleri kimlikler doğrultusunda homojenleştirilmek istenmesidir. Bu açıdan bakınca, bu tehcirler daha sonra İttihatçıların gerçekleştireceği tehcirlerden farklı değildir. Tüm bu tehcirlerde belli bir bölgeyi belli bir etnik grup adına ve beli bir ulus devlet projesi için homojenleştirme amacı, kastı ve bu süreç içinde öteki olarak belirlenen bir grubun veya grupların bu bölgeden atılması söz konusudur. Bu atılma sırasında atılan grubun yaşadıkları, bu anlamda ortaya çıkan zayiat genelde atan grubun öteki olarak belirlediği insanların yaşamlarına, yaşama hakkına ne kadar değer verdiğiyle bağlantılı olmaktadır. Burada kasti olmayan kısmi ölümlerden kasti ve total yok olmaya doğru geniş bir spektrumdan bahsedilebilir. Failin soykırım girişimiyle suçlanması için genelde kasıt aramak gerekirken, kurbanın soykırım yaşadığı saptamasını yapmak için kurbanın kendisini üretemeyecek koşullara ulaşmış olması yeterli olabilir. Günümüzde geçerli olan soykırım tanımı, ikinci seçeneği göz önüne almaz. Bu tanıma göre, önemli olan failin bir kasıt sonucu bu tür girişimde bulunup bulunmadığıdır. Fakat soykırım tartışmasını hukuksal boyutun dışına taşıyacak ve meseleye ne olduğunu anlamaya çalışan bir sosyal bilimcinin bakış açısından bakacaksak, o zaman kurbanın ulaşmış olduğu son durum da göz önüne alınmak zorundadır. Bu açıdan bakınca, bu tehcirlerin hemen hemen hepsinin sonucu, uzun süredir belli bir bölgede yaşayan belli bir (veya birden fazla) toplumun varlığının sona ermiş olmasıdır. Hukuksal boyutta genellikle göz önüne alınmayan bu durum, 1915’e nasıl gelindi sorusunun cevabını bulmaya çalışanlar için önemlidir.

II.

Bu bizi neden ilgilendirmektedir? İlgilendirmektedir; çünkü daha sonra göreceğimiz gibi Ermeni Tehciri kararını vermiş kişilerin kendileri tehcire uğramış toplulukların üyeleridir. Bu ayrıntıyı bilmemizin önemi, hukuksal bir gerekçelendirme sunmak için değil, tehcir seçeneğinin ve belli bir tehcir şeklinin ne zaman, nasıl ve kimler tarafından uygun bulunduğunun tespit edilmesini sağlamak içindir. Yani hangi noktadan itibaren Ermenilerin tehciri, akla yatan bir çözüm olarak görülmüştür. Burada gene iki farklı noktaya dikkat etmek gerekiyor. Şu anda bahsetmekte olduğum açıdan bakınca, soykırımsal veya etnik temizliğe dayanan eylemler iki farklı fail sunmaktadır. Bir yanda bu seçeneği veya bu tür seçeneğe gidecek tehcir seçimini makul, akla yatkın, mantıklı bir çözüm olarak gören birey veya bireyler vardır. Diğer yanda öldürmenin, yok etmenin ortaya çıkardığı psikolojik ortamdan ötürü öldürenler, katledenler. Birinci grup, tehciri mantıklı bir çözüm olarak görenlerdir. Ermeni Tehciri’nde bu kişilerin bir kısmı Balkanlardan gelirken, bir kısmı da Kafkaslardan gelmektedir.

Tehcirin kendisi de farklıdır. Şu anlamda farklıdır. Rus’un veya diğer Balkan ülkelerinin tehcirleri sadece var olan halkın atılmasıyla sınırlı kalırken, İttihat’ın tehciri hem belli bir topluluğun atılmasını içermiş hem de bu atılmanın bir yandan daha önce atılmış olanlar tarafından bir yandan da o sırada atılmış olanların yerleştirilme zorunluluğunla birlikte yapılmasını getirmiştir. İttihatçılar Balkan Savaşı’ndan sonra kalan toprakların ve bu toprakların içinde de özellikle Anadolu’nun homojenleştirilmesi gerektiğinden artık emindir. Bu homojenleştirilmenin Müslümanlaştırma veya Türkleştirme olarak mı düşünüldüğü tartışılabilir. Belki de Müslümanlaştırmayla Türkleştirme arasındaki ayrım çok net değildi; ikisinin karışımı bir şey düşünülüyordu. Her ne düşünülüyorduysa, bu daha sonra Türkleştirme olarak son halini alacaktır ki bu son hal, daha sonra gelecek olan toprak kayıplarıyla kesinlik kazanmış da olabilir. Fakat homojenleştirme bir çözüm olarak kabul edilmişti demek bir abartma olmayacaktır. Bu homojenleştirmenin ilk evredeki hedefi Müslümanlaştırmadır. Bunu gösteren ipuçları yeterince mevcuttur. Örneğin, Halil Menteşe’nin anılarında net bir şekilde anlatılır bu. Ermeni tehciri böyle bir projede bir seçenek olarak belirir. Ne zaman böyle bir seçeneğin ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz. Savaştan önce tartışılmış olduğu muhtemel ama eldeki veriler 1915 yılının başında, büyük olasılıkla Çanakkale savaşı sırasında tehcir seçeneğinin işleme sokulmasına karar verildiğini gösteriyor.

Biraz önce değindiğimiz gibi, tehcir kararını verenlerin büyük kısmı Balkanlardandır. Bir yandan daha önce tehcire uğramış toplulukların üyeleridir, bir yandan da Balkanların komitacı zihniyetine sahip kişilerdir (Makedonya). Her iki nokta da önemlidir. Birinci durumda tehciri sadece mantıklı değil, aynı zamanda adil bir çözüm olarak sunan bir zihniyet mevcuttur. Adillik daha ziyade göze göz ilkesinden yola çıkan bir adalet anlayışına dayanmaktadır. Bir yandan ciddi bir gerekçelendirme de sunmaktadır bu ortam. Biz yapmazsak, onlar yapacak. Bu zihniyet bu kişilerde yaygın bir şekilde görülecektir (Dr. Reşit). Komitacı zihniyetse farklı bir siyaset anlayışına işaret etmektedir. Bu anlayışın en belirgin özelliği paranoyakça bir düşmanın varlığına inanılması ve bu düşmanın her türlü şekilde yok edilmesi gerektiğinin kabulüdür. Yani amaç aracın önüne geçmekte, amaç aracı gerekçelendirmektedir. Diğer yandan paranoyak yaklaşım komitanın içinde derin bir komitanın olması gerektiğinin kabulünü de getirmektedir. Ermeni tehcirinden sonraki tanıklıklar, tehcir kararının hem böyle bir derin komita tarafından alındığını hem de tehcirin derin bir örgüt tarafından gerçekleştiğini göstermektedir.

III.

Tehcir kararının ülkeyi homojenleştirme politikasının bir parçası olduğundan bahsettik. Yani elimizdeki veriler İttihat ve Terakki’nin bir homojenleştirme politikasına sahip olduğunu göstermektedir. Ülkeyi homojenleştirme ve daha sonra tehcirlere başvurarak bunu yerine getirme, İttihat Terakki’nin gizlice ve daha ziyade sadece derin komitesi tarafından alınmış bir karar olarak gözükmektedir. Bunun başka bir şekilde gerçekleştirilmesi de mümkün değildir. Ülke, gayrimüslim ve gayri Türk topluluklardan oluşan bir meclis tarafından yönetilmektedir. Bu açıdan bakınca, Müslüman tehcirlerinin gerçekleşmiş olduğu topraklardaki iktidarlardan farklıdır. Osmanlı’da iktidar, yani kanun yapma yetkisi kuramsal olarak meclistedir. İttihat Terakki’nin bazı üyelerine akla uygun gelen gayrimüslim toplulukların gelmekte olan Müslümanlar için yerlerinden edilme çözümü, meclisteki birçok üyeye akla uygun gelmeyecektir. Bununla beraber İttihat Terakki’nin bu çözüme uzun süredir karar vermiş olduğundan bahsetmek de mümkün olmayabilir. Homojenleştirme veya tehcirler şeklinde homojenleştirme kendisini dayatmış, yani Balkan Savaşı’nın yaratmış olduğu sosyal, siyasi ve psikolojik koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmış da olabilir. Fakat Balkan Savaşı’ndan sonra böyle bir politikanın artık iyice belirginleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. İttihat Terakki’nin Müslümanları iskân faaliyetlerinin hedefi Anadolu’dur. Vatan süratle Anadolu olmaktadır. Hedef Anadolu’nun Hıristiyan nüfusunun yerinden edilmesidir. Çeşitli yerlerden çeşitli şekillerde gelen veya getirtilen Müslümanların yerleştirilmesi gereken bölge olarak Anadolu görülmektedir. Getirtilen kelimesini de kullandım. Çünkü mevcut muhalefete rağmen İttihat Terakki’nin 1913’ten beri uygulamakta olduğu bir celp politikası da vardır. İmparatorluğun sınırları dışında yaşayan Türk ve Müslümanlar İmparatorluğa getirilerek çeşitli bölgelere yerleştirilmektedir. Bu noktada gayrimüslimlerin ülkeden atılmaları söz konusu değildir ama 1913 yılında görülmeye başlanan celp politikasının arkasından Trakya ve Batı Anadolu’da yaşayan Rumların devlet dışı ve yasal olmayan yollarla gitmelerinin sağlanması faaliyetlerinin başladığını dikkate alacak olursak, ülkenin istenmeyen unsurlardan temizlenmesi ve istenen unsurlarla da doldurulması politikasının var olduğunu söyleyebiliriz. Homojenleştirme ve ülkenin belli bir iskân politikası yoluyla yeniden şekillendirilmesi daha Cihan Harbi’nden önce İttihat Terakki yönetiminin bir politikası haline gelmiştir. Henüz istenmeyen unsurların tehciri söz konusu olmamakla beraber, istenmeyen unsurların rahatsız edilerek gitmelerinin sağlanması politikası vardır. Bu politikanın ilk hedefi batıda yaşayan Rumlardır. Daha sonra doğuya dönülecek ve buradaki Ermenilerin gitmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Fakat bu durumda artık devlet dışı kanallara başvurulmayacak, açık bir şekilde devlet aygıtı kullanılacaktır. Yalnız devlet aygıtının bu amaçla kullanmaya başlanması meclisin tatil edilmesine denk getirilecektir. Daha da önemlisi tehcir politikasının uygulanması savaş koşullarında gerçekleştirilecektir. Çünkü hâlâ asıl amacın gizlenmek istenmesi söz konusudur. 27 Mayıs 1915’te belli unsurların tehciriyle ilgili olarak çıkartılan geçici kanun, savaş sırasında devlete karşı olanların ve askeri tedbirlerin uygulanmasını engelleyen kura ve kasaba ahalisinin teker teker veya toplu olarak başka bölgelere yerleştirilmesini getirir.

Bu kanun teorik olarak özellikle Ermeniler için çıkartılmamıştır. Böyle bir kanunun çıkartılmak istenmiş olduğunu söylememiz de mümkün değildir. Daha ziyade dış baskıları hafifletmek amacıyla böyle bir kanunun çıkartılmasına gerek duyulduğu düşünülmektedir. Çünkü Ermenilerin tehciri bu kanundan önce başlamıştır ve kanunun çıkartılması yurtdışından bu tehcirlerle ilgili olarak gelen protestoların hemen sonrasına denk gelmektedir. Kanun sadece Ermenilere uygulanmamıştır. Tüm gayrimüslim gruplar bu kanundan etkilenmiştir. Bu kanun sorun yarattığı düşünülen Araplara da uygulanmıştır. Yalnız burada ilginç bir farklılık mevcuttur. Geçici Tehcir Kanunu’nun çıkartılmasından bir süre sonra, Eylül ayında, tehcir edilmiş kişilerin malları, borçları, terkedilmiş alacakları için bir geçici kanun çıkartılır. İlginç olan her şeyden önce terk edilmiş kelimesinin kullanılmış olmasıdır ama daha da ilginç olan, bu kanununun, Ermenilere uygulanırken tehcire uğramış Araplara uygulanmamasıdır. Anadolu’nun içlerine sürülen Arapların geride bıraktıkları malların tasfiyesine gerek görülmemiştir. Arapların boşalttıkları bölgelere başkalarının yerleştirilmesi de düşünülmemiştir. Oysa Ermenilerden boşalan yerlere Müslüman muhacirler yerleştirilmiştir. Üstelik yerlerinden edilen Araplar için ne mülteci veya muhacir kelimesi kullanılmış (sürgün olarak kabul edilmişlerdir) ne de bu Arap ailelerinin kaydedildikleri defterlere rastlanmıştır. Açık bir şekilde aynı kanunun iki farklı uygulamasıyla karşı karşıyayızdır. Ermenilerin Anadolu’dan gönderilmesinin kalıcı olduğu düşünülürken, Arap ailelerinin Anadolu’ya gönderilmiş olmasının geçici olduğu kabul edilmiştir. Bu iki grup bir konuda ortak bir özelliğe sahiptir: Her ikisi de Anadolu’da istenmemektedir. Sorun sadece tehlikeli unsurların savaş bölgelerinden veya tehlikeli olacakları yerlerden uzaklaştırılması değil, aynı zamanda Anadolu’dan uzaklaştırılmasıdır. Bu iddiayı güçlendiren ikinci bir nokta da, tehlikeli görülen bu unsurların bir savaş bölgesinden alınıp başka bir savaş bölgesine yerleştirilmesidir. Özelikle Anadolu’nun iç bölgelerinden getirilen Ermeniler savaş bölgesine yaklaştırılmış Suriye bölgesindeki 4. ve 6. orduların arkasına yerleştirilmiştir. Oysa amacın bu grupları savaş bölgesinden uzaklaştırmak olması gerekiyordu. Hangi açıdan bakarsak bakalım, Ermeni tehcirinin Anadolu’nun homojenleştirilmesiyle bir bağlantısının olmadığını iddia etmek oldukça zordur.

IV.

Şu ana kadar daha çok homojenleştirme konusu üzerinde yoğunlaştık. Bu dönemde bu coğrafyada ortak olarak paylaşılan bir homojenleştirme politikasının varlığına işaret ettik. Büyük çapta nüfus hareketleri söz konusudur. Bir rakam vermek gerekirse, İttihat Terakki yönetimi nüfusun üçte birini yerinden etmiş, farklı yerlere yerleştirmiştir. Bu yerinden edilmenin sorumluluğunun bir kısmı da Balkanlar’da ve Kafkaslarda yaşayan Müslümanları yerinden eden Ruslarla Balkan devletlerinindir. Etnik bir coğrafyanın yaratılması veya var olan coğrafyanın etnikleştirilmesi söz konusudur. Bununla beraber tehcir hareketleri sadece devletlerin veya bazı siyasi grupların gerçekleştirdiği faaliyetler değildir. Yani eğer bu faaliyetleri aynı zamanda etnik temizlik hareketleri olarak görüyorsak, bir başka nokta da, bu faaliyetlerin etnikleştirilmiş, daha doğrusu sekterleştirilmiş bir sosyal dünyada ortaya çıkmasıdır.

Tehcirlerle birlikte ortaya çıkan katliamlar sadece tehcirlerle açıklanamaz. Tehcir politikası sadece homojenleştirmenin bir parçası olarak ortaya çıkmış olsaydı, katliamların ortaya çıkmamış olması gerekirdi. Yani homojenleştirme amaçlı tehcirle bu tehcirler sırasında ortaya çıkan katliamlar arasında doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. Katliamların ortaya çıkmasının nedenini başka bir yerde aramak gerekmektedir. Üstelik bir adım daha ileri giderek, katliamları mümkün kılan değişikliğin sonunda homojenleştirme çözümünü geçerli kıldığını bile iddia edebiliriz. O zaman katliamları ortaya çıkaran değişiklik neydi? O güne kadar çok parçalı bir yapıyı başarılı bir şekilde sürdürmüş Osmanlı İmparatorluğu’nda ne gibi bir değişiklik ortaya çıkmıştı ki katliamları gerekçelendiren, teşvik eden koşullar veya bir kültür ortaya çıkmıştı?

Bu konuyla ilgili olarak genelde, Osmanlı’nın farklı dini topluluklar arasında oluşturmuş olduğu hiyerarşinin bozulmuş olmasına işaret edilmektedir. Hiyerarşinin en tepesinde bulunan Müslümanlar Tanzimat’ın eşitlikçi politikalarının getirmiş olduğu yeni koşullara adapte olamamış, statü kaybını kabul edememiştir. İlk bakışta makul gözüken bu iddia aslında sorunludur. Çünkü bu iddia Osmanlı’nın dini kimlikler çerçevesinde örgütlenmiş olduğu savından yola çıkmaktadır. Osmanlı’da dini kimliklere dayanan toplulukların, cemaatlerin var olduğunu biliyoruz, ama bu, dini cemaatlerin oluşturduğu bir hiyerarşinin belirleyici olduğunu getirmek zorunda değildir. Osmanlı toplumsal düzeninde belirleyici hiyerarşi dini değil, toplumsal temellidir, sosyaldir. Tanzimat reformlarıyla birlikte bozulan da bu sosyal hiyerarşidir. Tanzimat sadece ve aslında Müslüman’la Hıristiyan’ın eşitlenmesini değil, söz sahipleriyle ahalinin eşitlenmesini getirir. Söz sahiplerinin düzeni bozulur ki söz sahipleri sadece Müslüman cemaatten gelmemektedir. İlginçtir ki Tanzimat reformlarıyla beraber çıkacak toplumsal karışıklıklar sırasında (vergi reformu) ortaya çıkan durum sözün ayağa düşmesi şeklinde açıklanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda dini biri hiyerarşiden bahsetmek mümkündür dedik ve bu hiyerarşinin yansımasının kılık kıyafet, binalar, Müslümanlarla gayrimüslimlere ayrılan mesleklerde görülebileceğini söyledik ve genelde hâkim olan bu iddiadır. Fakat buradan yola çıkarak dini hiyerarşinin Osmanlı’nın toplumsal düzenini oluşturan temel hiyerarşi olduğu sonucuna varmamalıyız. Burada görülen, aslında toplumsal bir hiyerarşiyi kontrol altında tutan dini bir topografyanın yaratılmasıdır. Aksi halde önemli bir ayrım aracı olan zenginlik ve statünün de dini temeller doğrultusunda düzenlenmesi gerekmektedir ki, Osmanlı’da görülen durum bu değildir. Zenginlik ve statü gayrimüslimlere de açık olan bir kapıdır. Daha da önemlisi, söz sahipleri gayrimüslimlerden de gelmektedir. Bu açıdan bakınca Müslüman bir köylüyle gayrimüslim bir söz sahibi farklı statüdedirler. Burada anlatılmaya çalışılan dini kimliklerin bir rol oynamadığı değildir. Sonuçta Osmanlı hiyerarşisinin zirvesi Müslüman askeri sınıfa aittir. Buraya giden yol, Müslümanlığı seçmekten geçmektedir ama hiyerarşi tamamen dini basamaklar şeklinde oluşmamaktadır. Gayrimüslim bir söz sahibi, statü ve sahip olduğu iktidar açısından Müslüman bir köylünün önündedir. Onun farklı bir kıyafet giymesi veya giymek zorunda kalması, sahip olduğu iktidarın da aynı şekilde daha aşağı olduğunu getirmemektedir. Dolayısıyla Osmanlı düzenini Müslüman – gayri müslim karşıtlığı şeklinde değil ama söz sahipleri ve ahali karşıtlığı şeklinde anlamamız gerekmektedir.

Tanzimat reformları ve getirmekte olduğu eşitlikçi yapının sonuçları değerlendirilirken, bu sonuçlar Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında eşitliğin ilan edilmesi, bu ikisi arasında var olan eşitsiz yapının sona erdirilmesi açısından değerlendirilir. Fakat Tanzimat reformları aynı zamanda söz sahiplerini ahalinin üzerine koyan eşitsiz yapının da sonunu getirmiştir. Burada iki farklı eşitsiz yapı sona erdirilmiştir ama yeninin gelişi sadece dini cemaatler söylemi açısından ifade edilmiştir. Kısacası, modernitenin Osmanlıya girişi dini cemaatin ayrıcalıklı hale getirilmesiyle, dini mirasın modern siyasi kimliğin göstergesi olarak konulmasıyla olmuştur. Bu bağlamda dini cemaat öne çıkmış, topluluklar dini kimliklerine göre tanımlanmış, işgal ettikleri coğrafyalar yeniden ve bu dini kimliklere göre anlamlandırılmıştır. Diğer yandan, şiddet farklı bir alanın parçası olmaya başlamış, aileler veya köyler arası şiddetten cemaatler arası şiddete geçilmiştir. Karışık cemaatlerdeki fiziksel tecavüzler artık kişilere veya ailelere değil, cemaatlere yönelik olarak algılanmaya başlamıştır. Çatışmalar çok kolay bir şekilde karşı cemaatin üyelerinin toptan temizlenmesine gitmeye, coğrafya üzerindeki rekabet cemaatler arası rekabete dönüşmeye başlamıştır. Burada konumuzu ilgilendiren en önemli nokta, bu yeni dünyanın bastırılmış eski, kadim çelişkilerin açığa çıkması olarak belirmediğidir. Tanzimat öncesi döneme ait toplulukların kolektif bellekleri bu tür bir bilgiye işaret etmemektedir. Bu dönemin tarihleri, söz sahibi grupların tarihleridir. Bu tarihlerde ahalinin rolü bir figüranınkinden öteye geçmemektedir. Aksine bu dönemde ahalilere dair tarihler ilk kez belirmeye, var olan kolektif bellekler yeni belleklerin yaratılması doğrultusunda dönüştürülmeye başlanır. Söz konusu olan, yeni ve sekter bir kültürün tekrar açığa çıkması değil, yeniden yaratılmasıdır ve bu yaratma modernitenin Osmanlıya girmesinde etkin olan iki farklı kanal aracılığıyla ortaya çıkmakta, bu iki kanal tarafından şekillendirilmektedir: Bir yanda Avrupa kökenli kolonici veya emperyalist pratik ve diğer yanda da Osmanlı devleti üzerinden gelen modernist söylem.

Yorumlar kapatıldı.