İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ERMENİ MESELESİ VE İKİ TANIKLIK

Hüsnü Arkan

Resmiyetsiz Tarih’in mayıs sayısında, önemli tarihçilerimizden biri olan Ahmet Refik Altınay’ın, Ermeni Tehciri’yle ilgili tanıklıklarına yer veriyoruz.

Ahmet Refik 1880 yılında İstanbul’da doğdu. Kuleli Askeri İdadisini bitirdi, 1898 yılında Harbiye Mektebinden piyade subayı olarak mezun oldu. Askeri okullarda coğrafya ve Fransızca öğretmenliği yaptı, 1908’de Harbiye Mektebi tarih öğretmenliğine, 1909’da Erkân-ı Harbiye Reisliği Ceride Şubesi memurluğuna, Balkan Savaşı sırasında Askeri Sansür Müfettişliğine atandı. Savaştan sonra emekli oldu, serbest tarihçiliğe başladı.

Dünya savaşı başlayınca yüzbaşı rütbesiyle yeniden silah altına alındı ve Sansür Umumi Müfettişliğine getirildi. Birçok dergi ve gazeteye tarih yazıları yazmayı da sürdürdü. Yazılarından ötürü sadrazam Sait Halim Paşa tarafından Ulukışla’ya “Arpa ve Saman Emini” olarak sürüldü.

1915 yılında Sevk Komisyonu Başkanı sıfatıyla Eskişehir’e gönderildi. Ermeni tehcirine raslayan bu görevi sırasında birçok gözlemde bulundu ve bu gözlemlerini “İki Komite İki Kıtâl” adlı kitabında dile getirdi.

1916 yılında, Darülfünun tarih öğretmenliğine, sonra da Tarih Encümeni Başkanlığına atandı. Akademik çalışma ve yazılarına devam etti. Cumhuriyetin ilanından sonra Türk Tarih Encümeni Başkanlığı yaptı. 1933’deki üniversite reformuyla birlikte işsiz kaldı.

1937’de ölene dek çeşitli dergilerde yazılar yazdı.

Başlıca yapıtları, 1912’de yayınlanan altı ciltlik Büyük Tarih-i Umumî, 1915’de yayınlanan iki ciltlik Köprülüler, yine aynı yıl yayınlanan Lale Devri, 1923’de yayınlanması sona eren dört ciltlik Kadınlar Saltanatı, yine aynı yıl yayınlanan Türkiye Tarihi ve yayını 1935’de tamamlanan dört ciltlik İstanbul Hayatı’dır.

Ahmek Refik, İki Komite İki Kıtâl adlı kitabının, aşağıya tamamını aldığımız bölümünden önce, bir giriş yaparak, V. Mehmet ve İttihat liderlerini eleştiriyor. İtilaf devletlerinin Çanakkale’yi zorlamasıyla, Payitahtın ve birçok mebusun ve Teşkilat-I Mahsusa üyelerinin Eskişehir’e naklini, istasyon civarında ikamet eden Ermenilerin evlerine yerleşmelerini, Çanakkale savaşı bittikten sonra bile İstanbul’a dönmeye pek istekli görünmediklerini anlatıyor.

Daha sonra da tanıklıklarına geçiyor…

Mayıs yayınımızda yansıttığımız tanıklıklar yalnızca Osmanlı’nın Ermeniler üzerindeki baskısına ilişkindir. Daha sonra, yazarın Erzurum ve civarındaki Ermeni baskısına ilişkin tanıklıklarına da yer vereceğiz.

——————————————————————————–

BİRİNCİ TANIKLIK

ZAVALLI SİRANUŞ!…

Ahmet Refik (Altınay)

——————————————————————————–

Bir sabah Eskişehir istasyonunda bilinenin dışında bir manzara görüldü. O tarihe kadar trenlerden sakat ve hasta, yanakları çökmüş, tıraşlı, ölü benizli, arkalarında yırtık bir kaput, ellerinde bir parça kuru ekmek, Anadolu’nun talihsiz çocuklarından başka kimsenin çıktığı görülmezdi. Şimdi çıkanlar, çocuklardan, kadınlardan, ihtiyarlardan, genç kızlardan ibaret bir kafile idi.

Bu ufak kafile o kadar hazin, o kadar elim bir manzara ortaya koyuyordu ki, yumuk kollarıyla anasının arkasına sarılan, haziran güneşinin sıcağı altında aç ve terler içinde boyunlarını bükerek uyuyan yavruların hali yürek parçalayacak derecede idi. Acaba hepsi bu kadar mıydı?

“Konya’ya gidecekler!” deniyordu; fakat ceplerinde on para tren parası yoktu. Hepsi de fakir, talihsiz köylülerdi. İstasyonda, parmaklıkların önünde ihtiyar bir kadın kucağında sarışın, mavi gözlü beş-altı yaşında bir kız, yanında bir erkek çocuğu, boyunlarını bükmüş oturuyorlardı. Sordum.

Asker ailesi imiş, babaları askere alınmış, anaları ölmüş. Bu iki talihsiz öksüzü kendi büyütüyormuş, kızın adını sordum.

“Siranuş!”

Zavallı masum, elinde bir kuru ekmek, suya batırarak yiyiyordu. Siranuş’a yiyecek buldurdum. Sevdim, okşadım. O günden itibaren aramızda bir samimiyet hasıl oldu. Fakat Siranuş hiç gülmüyordu. Bakışlarında, kaşlarında, yüzünde bir mahzunluk, bir üzüntü vardı. Bu tehcirden, bu zulümden, bu yolsuzluklardan, uzun yolculuktan ruhu ezilmiş, masum kalbi kırılmış, mensup olduğu millete karşı kalbinde derin bir kin bağlamış gibi, verdiğim meyveleri gördükçe, darılmış gibi hiç gülmeden, yüzüme bakmadan alıyor, ince parmaklarıyla mini mini ağzına götürüyordu.

O gün istasyonda bu hazin manzara karşısında herkes üzgündü ve hepsi bu kadar zannediliyordu. Gece gelen tren bu zannı tamamen tekzip etti. İstasyonun ovaya bakan cephesinde ağlamalar ve feryatlar işitiliyordu. Koştum, ne hazin manzara idi. Fener yok, ışık yok, rehber yok, hiçbir şey yoktu. Kucağında çocuklar ağlayan kadınlar, perişan sakallarıyla cübbelerini toplayan, yükünü sırtlarına vuran papazlar, kan ter içinde eşyasını çıkarmaya uğraşan, hastalarını kızlarını çocuklarını taşıyan analar, fakir zengin aç sefil binlerce aile, yük vagonlarından çıkmaya uğraşıyorlar, çocuklarını analarını eşyalarını kaybetmemek için gecenin karanlıkları içinde çırpınıyorlardı. Bu manzaraya dayanmak kabil değildi. Gözlerden ister istemez yaşlar dökülüyordu. Hiç kimseye yardım etmek mümkün değildi, hiç kimsenin imdadına yetişmek kabil olmuyordu. Zaten edilse de, kabul eden yoktu. Bu haksız zulüm kalplerinde o kadar derin üzüntü, o derece sarsılmaz bir düşmanlık hasıl etmişti ki, en aciz, en biçare, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istenilse, kaşlarını çatıyor, kindar bakışlarla yüzünüzü süzüyor, metin kalbi, üzgün ruhuyla felakete, açlığa, ölüme doğru pervasız gidiyordu.

(devam edecek)

Yorumlar kapatıldı.