İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni meselesinde insani boyut

1915 tehcir sorunu hakkında, her şeyden evvel ahlaki ve vicdani bir üslup oluşturmak gerekiyor

MARKAR ESEYAN

Bilindiği üzere bu sene Ermeni tehcirinin 90. yıldönümü. Bu meşakkatli tarihin taraflarca evvelki senelerden çok daha ciddi bir hazırlık ile karşılanmasının tek sebebi 90 sayısının kerametinden olmasa gerek. Türkiye için çok önemli konjonktürel bir döneme denk gelen 90. yıl, 1915 Ermeni tehcirinde taraf olan Türkiye, diaspora Ermenileri ve Ermenistan’ı sanki bir final havasında karşı karşıya getirdi. Taraflar bu sorunu ne pahasına olursa olsun çözmek için sanki daha kararlı gibiler. Pek tabii ki çözüm derken neyin kastedildiği, anlaşmazlığın bugüne kadar çözülememiş, hatta daha derin ve çok karmaşık bir denkleme dönüşmüş olmasından da anlaşılabilir. Burada taraflar üzerindeki ana itki, uzun süredir koşulan bu maratonun son düzlüğüne girilmiş olduğu kanaatidir diyebiliriz. Bugünden yarına bir çözüm beklemek pek olası görünmese de, tehcir sorununun dünya gündemini bir 90 yıl daha meşgul etmeyeceğini söylemek mümkün.

AB müzakereleri arifesinde

Tehcir sorunu, AB’den müzakere tarihi alma sürecinde Türkiye’nin önüne yazılı şart olarak konulmadı. Bu hem AKP hükümetinin yaptığı etkin lobi faaliyetleri hem de kırılgan Türk iç siyasetini iyi bilen Türkiye yanlısı eurokratların lehte pozisyon almaları sebebiyle oldu. Ama Avrupalı ve Türkiyeli siyasilerin de öngördüğü gibi, Türkiye’nin Kıbrıs, tehcir ve Kürt sorunlarında rasyonel ve demokratik bir çözüm üretmeden AB’ye üye olması pek mümkün değil. Hatta gelecekte AB ile köprüler atılsa bile Türkiye’nin bu sorunları sırtında taşımaya devam etmesi, hem ekonomik hem de siyaseten çok olası gözükmüyor. Belki bu tarihsel avansın artık tükendiği görüldüğü için taraflar en iyi şekilde hazırlanmaya çalıştılar bu Nisan ayına.

İlk olarak Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, “Ermeni iddialarına bilimsel yanıtlarının çok sert olacağı” açıklamasıyla pozisyonun defanstan ofansa revize edileceği sinyalini vermişti. İlk sinyalin bir tarihçiden gelmesi Türkiye’nin “Bu işi tarihçilere bırakalım” politikasında çelişkiye düşmemek açısından özellikle seçilmiş olmalıydı. Sonrasında CHP’li Şükrü Elekdağ’ın girişimiyle “Mavi Kitap”ın düzmece oluşuyla ilgili İngiliz Parlementosu’na bir mektup verilmesi kararlaştırıldı. Justin McCarthy’nin tehcir sorunu üzerine Meclis’te yaptığı ve en gözükara milliyetçileri bile gölgede bırakan konuşmasını milletvekillerimiz ayakta alkışladılar. Milletvekilleri aynı zamanda, McCarthy’nin “AB, Ermeni soykırımını kabul etmeden Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyecektir” türünden bir mayını üyelik yoluna döşemesine de imkan vermiş oldular. Belki de en başta yapılması gereken en son yapıldı ve bizim Ermenilerimiz, yani Etyen Mahçupyan ve Hırant Dink Meclis’e çağrıldı, görüşleri soruldu. Her iki gazeteci ve fikir adamı da görüşme davetine ilkin kuşkuyla yaklaştıklarını, lakin toplantı sonrasında davetin ve oluşan tartışma ortamının samimiyetine inandıklarını belirttiler. Bu değerlendirmeleri bir saptamadan ziyade bir temenni olarak kabul etmek daha doğru olacaktır kanaatindeyim.

Politika değişiyor mu?

CHP’nin, AKP’yi de ikna ederek (böyle milli bir davada tersi zaten düşünülemezdi) tehcir sorununu Meclis’e taşımak gibi kendisini oldukça aşan aktif bir politika izlemesinin başka sebepleri de vardı kuşkusuz. Bu hamleler biraz da, sivil-askeri bürokrasinin partisi CHP’nin, AB uğruna -kendilerine göre- Kıbrıs’ı gözden çıkarma eğilimi gösteren AKP’nin tehcir sorunu konusunda bir süpriz yapmasına engel olabilmek amaçlıydı. Öte yandan halktan ve dünyadan tamamen kopan ulusal solun, AB vizyonu ile hızla demokratikleşen ve özgürleşen Türkiye karşısında farklı hezeyanlar yaşayan muhafazakâr-milliyetçi sağ ile birlikte tehcir sorunu üzerinden yeni bir gerilim hattı yaratmayı ummaları da kuvvetli bir ihtimal. Orhan Pamuk’a yönelen öfke, bayrak hadisesi sonrasındaki neomilliyetçi yükseliş ve Trabzon’daki provokasyon, işlerin bu minvalde geliştiğini gösteriyor.

İşte tam böyle bir atmosferde Meclis, AB Uyum ve Dış İlişkiler Komisyonu vasıtasıyla tehcir sorununda karşıt görüşleri Meclis’e taşımayı göze alıyor. Şükrü Elekdağ ve Gündüz Aktan’ın karşısına Etyen Mahçupyan ve Hırant Dink oturtuluyor. Alternatif düşüncelerin algılanış itibarıyla Mahçupyan ve Dink’ten daha Türkiyeli olanlarca seslendirilmesinden çekinilmesi, bu hareketliliğin oldukça hassas bir çizgide ilerlediğini gösteriyordu. Bu görüşlerin, kendileri de Ermeni olan kişilerce Meclis’e taşındığı, kendilerine de lüzumlu cevapların zaten verildiği, dolayısıyla kabul edilemeyecek fikirlere Meclis’e kucak açılmadığı izlenimi verilmek istenmişti belki de.

Kıbrıs sorunu gibi, tehcir sorunu da, Türkiye için kendine içkin anlam ve öneminden çok daha fazlasını ifade ediyor. Her iki sorun Türkiye’nin iktidarın kimin elinde olduğu ve gelecekte kimin elinde olacağı ile ilgili bir mücadelenin ana fay hatları… Türkiye’nin geleceği, bu faylardaki kırılma sonucu belirlenecek dersek fazla abartmış olmayacağız. Bu anlamda, tehcir sorununa değin son yaklaşımların, öz olarak dünkünden bir farkı olduğunu söylemek için henüz erken. Üstelik kamuoyuna resmi tezin haklılığı üzerine bunca yükleme yapıldıktan sonra, Meclis’in Ermeni tehciri üzerine yeni söylemler ve metodlar geliştirme imkanı oldukça kısıtlanmış durumda. Meclis’teki son hareketliliği olsa olsa, dışarıda ciddi mevziler kaybedilmiş bir dava üzerinde, içeride de farklı söylemlerin ortaya çıkmasına verilen bir reaksiyon olarak adlandırabiliriz. Sorunun, İngiliz Parlamentosu ve diğer 11 ülke ile ilişkilendirilmesi bir dışa açılma çabası olarak görünse de, manevralar özde yine Türkiye kamuoyuna, yani içe dönük. Yeni ve farklı olan, AB vizyonundan rahatsız olan çevrelerin tehcir sorununun provokatif potansiyelini keşfetmiş olmalarıdır.

“Tartışmayı tarihçilere bırakalım” söylemi, çözümü ertelemekten ya da amiyane tabirle topu taça atmaktan başka bir şey değil. Tarih bir laboratuar bilimi değildir. Arşive giren her tarihçi istediği belgeyi istediği biçimde yorumlayabilir. Bunu aynı doküman üzerinde çalışan Türk, Ermeni ve diğer tarihçilerin yaptığı taban tabana zıt yorumlardan anlayabiliyoruz. Sadece tehcir sorununda değil, tarihsel çok az konuda kesinleşmiş bir konsensüs vardır. Bu tarihi bir bilim olmaktan çıkarmaz, sadece yöntemi belirler. Kaldı ki, tehcir sorunu, bizzat Türkiye’nin kendine güvensiz politikası sebebiyle hem Türkiye’de, hem de diasporada uç kesimlerin eline teslim edilmiş, diğer devletlerce politika malzemesi olarak görülmüş ve bu sebeple artık tarihi olmaktan çıkıp, tamamen siyasi bir konu haline gelmiş bir meseledir.

Bir insanlık sorunu

Bu nedenle, binlerce yıllık yurdundan ne olduğunu bile anlamadan sökülenleri, tehcir yollarında yetim, dul ve hiçbir şeysiz kalan, hayatlarını kaybeden insanları, Ermeni komşularını sakladığı için evinin önünde asılan Müslümanları, itlaf emri alan ve bunu uygulamak yerine intihar etmeyi seçen Osmanlı subaylarını ve en nihayetinde geçmişin bu ağır yükünü taşımak zorunda bırakılan bugünün Ermenisi, Türkü, Kürdü olarak bizlerin neler hissettiğini anlamaya çalışmadan, soykırım, katliam, tehcir, mukatele kavramlarıyla döşeli bir zeminde düelloya çıkmak hiçbir yarar sağlamıyor. Bu anlamda, 1915 tehcir sorunu hakkında her şeyden evvel ahlaki ve vicdani bir üslup oluşturmak gerekiyor. Bu konuda görüş bildiren herkesin, yüzbinlerce misketten veya gazoz kapağından değil, insan hayatından ve onların -dünyanın dört bir yanına saçılan ve yaşanan travmanın etkilerinden hâlâ kurtulamayan- torunlarından bahsettiklerini hatırlamalılar.

Belki de birbirimize neler bildiğimizi değil, neler hissettiğimizi anlatmak en doğru başlangıç olacak.

MARKAR ESEYAN: Gazeteci yazar, Agos gazetesi yazarı

Yorumlar kapatıldı.