İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Devlet tarihçileri “soykırım” olduğuna dair beni hâlâ ikna edemediler…

Ferhat Kentel

Ben tarihçi değilim; Osmanlıca bilmem, arşivlerde ne olup ne olmadığı, arşivlere girilip girilmediği, nasıl girildiği, kimlerin girip giremediği, giriliyorsa hangi belgelerin verilip verilmediği hakkında kulaktan dolma bilgilere sahibim. 1915’te olanlar, Ermenilere yapılanlar hakkında sübjektif olarak yapabileceğim bütün yorumlar bugünden başlayarak ve geriye doğru giderek şekillenebiliyor ancak… Yani bugünden bakıyorum, bugünde yaşayan biri olarak değerlendirme yapabiliyorum.

İddia ettiklerini devlet çıkarı, belge savaşı, maç retorikleriyle, hamaset edebiyatıyla, kin ve nefretle anlatanlara, tribüne oynayanlara kıyasla, insanların yaşadıklarını anlatanlara, bugünkü acıları dindirmeye, bugünün sorunlarını çözmeye çalışanlara aklım ve kalbim daha çok açılıyor. Onların anlattıklarına daha çok ikna oluyorum.

Sonra, Osmanlıca bilmeyi, tarihçi olmayı gerektirmeyen sadece biraz merak, duyarlılık, dürüstlük ve sorumlulukla yapılan gözlemler ve okumalar aracılığıyla Ermenilerin ve “hain” olarak nitelendirilmemiş, haklarında “bizi arkadan vurduklarına” dair hiçbir işaret olmayan diğer bir çok azınlık gibi bu memleketi fasılalarla bırakıp gitmek zorunda kalmalarına bakıyorum. Canlı tanıklara ve benim anlayabileceğim bir alfabeyle yazılmış belgelere dayanarak oluşturulan bilgiler sayesinde Türkiye’de “milli” sermayeyi oluşturmak adına Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi başka felaketlerin tecrübelerini görüyorum. Dürüst entelektüellerin çabaları sayesinde ortaya çıkan ve gerçeklikleri üzerinde kimsenin itiraz edemediği bu olayları düşünüyorum. İnsanların belleklerinin yoğun bir propagandayla silindiği, üzerinde konuşmanın tehlikeli olduğu bu konulardaki bilgiye, bir avuç uzmana, bilgi ve iktidar sahibi tarihçiye ihtiyaç duymadan eski gazeteleri bile okusam ulaşabiliyorum. Nasıl devlet tarihçileri bilimsellik adına tamamen duygusal ve derme çatma bir biçimde “bilgi” oluşturabiliyorlarsa, ben de tarihte daha önce de neler olmuş olabileceğini hissedebiliyorum; bu hislerimle ben de “bilgi” oluşturabiliyorum ve geçmişte ne olmuş olabileceği hakkında pek de iyimser olmayan fikirlere sahip oluyorum.

Sonra, bugüne bakıyorum… Bu memlekette eli sopalı ya da iktidar sahibi bir takım hassasiyet sahipleri her fırsatta fizik kuvvetleri ve sembolik güçleriyle bazı insanları linç edebiliyorlarsa, linç kültürünü ve toplumun genlerine işlemiş olan korkuları ve paranoyaları harekete geçirebiliyorlarsa, geçmişte de benzer şeyler yapmış olabileceklerini düşünüyorum ister istemez. “Asarız, keseriz”, “gerekirse gene yaparız” gibi tehditleri duydukça “modern ve medeni olmayan” bir geçmişte korkunç şeyler olmuş olacağını düşünüyorum.

Sonra, ben hukukçu da değilim. Yapılan katliamların, -hadi 1915 trajedisinin diyelim- “soykırım” tanımına girip girmediği hakkında da oluşmuş bir kanım yok… Daha doğrusu, soykırım olması için şu kadar koşulun gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş olması bana bir şey ifade etmiyor. Soykırım olması için gerekli bütün koşulların tamam olması veya olmaması gibi bir takım akla zarar hukukçu, uluslararası ilişkilerci “uzman” zihniyetler benim için ancak insansız bir takım tartışmalar anlamına geliyor. Olup bitenlerin illâ bu kelimeyle anlatılması ya da kesinlikle bu kelimeyle anlatılmaması gerektiği konusundaki itişmenin de anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bu kelimeyle uğraşılırken, ölen (ve zaten devlet tarihçilerinin pek ciddiye almadıkları) yüzbinlerce Ermeni’nin yanısıra, ölen Müslümanların da acısına, sağ kalabilenlere, onların çocuklarına zerre kadar değer verilmediğini düşünüyorum.

Ama garip bir şekilde, aklım ve kalbim başka bir şekilde düşünmeye başlıyor devlet tarihçilerinin faaliyetlerini izledikçe… Aklım ve kalbimin dikkatini şunlar çekiyor örneğin: Devlet tarihçilerinin soykırım meselesini maç havasına sokup, bütün bilimsellik iddialarına rağmen, hamaset yaptıklarını görüyorum. Onların “belgeler üzerine bilimsel tartışalım” dedikten sonra, örneğin Taner Akçam’a, Halil Berktay’a, Etyen Mahçupyan’a tahammül edemediklerini, hatta derin milliyetçi tribünlere oynayan Hikmet Özdemir’in açıkça “Taner Akçam gibilere gerek yok” dediğini duyuyorum. “Tek milli görüş”, “tek devlet görüşü” gibi bir takım inşaat çalışmalarına girişirken, o tek görüşü bile formüle edemeyip her seferinde, 1915’in herhangi bir tezahürüne farklı bir takım kulplar bulduklarını görüyorum. Örneğin birisinin “biz sadece suçluları cezalandırdık” derken, diğerinin “devlet kendini garantiye alırken, Ermenileri sürmedi, yeniden yerleştirdi; bu yüzden onları Kafkasya’ya değil, güvenli Osmanlı topraklarına gönderdi” şeklinde fikir beyan etmesi; “biz” derken kastettikleri Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında kurmuş oldukları devamlılık ilişkisi; bu ilişkinin ortasına İttihat Terakki’yi ve Teşkilat-ı Mahsusa’yı koymuş olmaları da başlı başına ilgimi çekiyor…

İşte açıkçası, 1915’i Susurluk benzeri bir çeteye değil de, henüz tam anlatamadıkları bir “devlet politikası”na bağlama çabalarıyla ortaya çıkan bu komedi karşısında giderek bende bir fikir uyanmaya başlıyor. Ama bütün ileri sürdükleri tezlerin ters yönünde malzeme ve argüman sunmalarına rağmen, beni henüz 1915’te olanların soykırım olduğuna ikna edemediler…

Çünkü biliyorum ki, bu resmi tarihçilerin, insansız kurum tarihçilerinin de istemeyerek söylediği gibi, “devlet” derken kastettikleri şey bir çeteden başka bir şey değil, çünkü söz konusu çete iktidar arzusuyla yanıp tutuşan bir çete… Şevket Süreyya Aydemir’in anlattığı gibi, imparatorluğu kaybeden bir neslin, imparatorluğun geleceğini kendi geleceklerine, kendi maceralarına ipoteklemiş çaresiz bir neslin hikayesi.. Balkan komitacılarıyla aynı havayı ve kahramanlık sembollerini koklamış olan, burjuvazisi ve sivil toplumu olmayan, doğu usülü modernleşme hayalleriyle kendilerini de varetmeye çalışan ve çeteleşen insanların hikayesi…

Padişaha isyan ve ihanet eden Enver ve Talat Paşa’ların “hain” olup olmadıklarını sormayan, buna karşılık “devlete” isyan eden Ermeni çetelerinden hareketle bütün Ermenilerin “hainliği” konusunda emin olan ve “devletin kendini korumak için” Edirne’den, İzmit’ten bile Ermenilerin tehcir edilmesini –ve bunun açıklamasını yapmadan- meşru gören bu tarihçiler, 1915’in bir çete değil, devlet politikası olduğu konusunda bizi ikna etmeyi becerirlerse, o zaman gerçekten bütün yaptıkları faaliyet tersine dönecek ve 1915’in bir soykırım olduğunu dünya âlem önünde ispatlamış olacaklar.

1915’te olanları “mukatele”, yani karşılıklı katliam olarak adlandırırken, Edirne, İzmit, Ayvalık gibi Batı Anadolu’daki bir çok şehirden yapılan tehcirin nedenini açıklamayan; tehcire gönderilen insanlara yapılan saldırıları “evet, maalesef bir miktar zayiat oldu” diye geçiştirirken, tehcir edilenleri kurtarmak üzere neden hiçbir Ermeni çetecisinin saldırmadığını sormayan devlet tarihçisi zihniyet sahipleri gerçekten hiç hesaplamadıkları bir sonuç yaratıyorlar. Çünkü, cezaevlerinden salıverilen ırz düşmanı haydutların tehcir edilen Ermeni konvoylarına saldırısının “devletin korunması için” olduğunu söyleyen bir zihniyet ancak “soykırım” tezcilerine malzeme sağlıyor…

Devlet tarihçileri, bütün belge, bilim retorikleri altında söyledikleriyle, soykırımı ispatlama yönünde Ermeni tarihçilerden daha fazla argüman yaratıyorlar.

Ama ben bizimkilere rağmen hâlâ 1915’in soykırım olduğuna ikna olamıyorum…

Yorumlar kapatıldı.