İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeniler ve bizler

Hadi ULUENGİN

EPEY yıl oluyor, Ermeni kökenli sınıf arkadaşım Ardaşes Songut Paris’ten aramıştı.

Fransa’ya yerleştiğini söyledi ve ‘yolun düşüp de aramazsan canına okurum’ dedi.

Bir süre sonra oraya gittiğimde de Montparnasse taraflarındaki bir kahvede buluştuk.

Enseye tokat ve ‘n’aber ahparik’ falan, ardından Ardaş bana, ‘Lübnan Ermenisi bir kızla evlendim ve karım ‘Türk’le bir araya geliyorum’ diye çok korkuyor. Kusura bakma, ‘her şey yolunda’ diye eve telefon etmemi bekliyor’ demez mi!

O kabine seğirttiğinde ben, demek kadıncağız her Türkü ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ canisi sanıyor diye düşündüm ve kin ve korkuyla şartlanmış diaspora karşısında dehşete kapıldım.

* * *

BAŞKA hikayeye geçiyorum, yine sevgili bir sınıf arkadaşım olan ve Can Dündar’ın ‘Milliyet’te açıkladığı gibi, rahmetli devlet adamı Alparslan Türkeş’i Ter Petrosyan’la buluşturmak dahil Türk Ermeni dostluğuna baş koymuş Samson Özararat çağırdı, ‘Tehcir’ in yıldönümü nedeniyle düzenlenmiş bir semineri izlemek için geçen hafta Nice’ye gittim.

Hemen söyleyeyim ki, Fransız Côte d’Azur’ünün aslında ‘diaspora kalesi’ olmasına rağmen, seviyesi son derece yüksek bu sempozyumda ‘nefret’ temasından eser yoktu.

Hele hele, daha nice yıllar yaşasın, Konya Ermenilerinin 16 Ağustos ‘nakliyat’ından önce doğmuş olan Şabuh Gedik Beyefendi, ailesini ve kundaktaki kendisini, vali Mahmut Celál Bey ve müftü Hüsamettin Çelebi Efendi’nin nasıl kurtardığını anlatarak, ‘adalet ve hakkaniyet sahibi bu asil Türkleri asla unutmamak gerekir. Aziz mekánları cennet olsun’ dediğinde, ‘Taşnak’ komitacılarının bile duygulanmaması imkánsızlık taşıyordu.

Ve biline ki, o insanlık timsali vali ve müftü ‘Ermeni kurtardıkları’ gerçekçesiyle, kısa bir müddet sonra İttihatçı çete tarafından sürgüne gönderildiler.

İnanmayan araştırsın ve ‘Talat’ın Defteri’nde, nüfusla ters orantılı olarak Konya’dan ‘Tehcir’e yollanan Hay insanlarımızın neden diğer bölgelerden az zikredildiğini sorgulasın.

* * *

SONRA, çaka çaka başım döndüğünden denizde kum, bende sınıf arkadaşı, gerçek adını vermeyeceğim ve ‘Dikran’ diyeceğim başka bir ‘ahparik’ can yoldaşımla buluştum.

O canım ciğerim ‘Dikran’ ki, okulu kırar kırmaz langırt masası ve bira bardağı, bitirimliğe beraber başladık ve tá Nice’lere kadar gitmişken, koklaşmamamız düşünülemez.

Şabuh Bey’den alıp beni havaalanına götürdü ve uçak kalkana kadar da ‘lafladık’.

Ve ‘Dikran’ anlattı ki, diasporayla ilişki sürdürememektedir; çünkü, ikinci ve üçüncü kuşağın ciddi bölümü fanatik ‘Türk düşmanlığı’ gütmektedir; kendisi ve sonradan oralara giden diğer Türkiyeli Ermeniler biraz ‘kaypak’ ve ‘beşinci kol’ gibi algılanmaktadır; hatta ve hatta, Hay soy arasında evlilik yapmayanlara hafiften yan gözle bakılmaktadır.

Neyse, sarıldık, öpüştük ve o işine döndü, ben de uçağıma binip düşüncele daldım.

* * *

ÇOK çok özetle söylersem, lumbozdan karlı Alplere bakarken şunları düşündüm:

Nasıl ki ‘Ermeni Sorunu’na ‘resmi tez’ dışında yaklaşmak cesaretini gösteren bizler ‘vatan haini’ (!) gibi hayasız suçlamalara göğüs geriyoruz, ‘Türk sorunu’na fanatik milliyetçiliğin diğer ‘resmi tez’ini aşarak yaklaşan Ermeniler de aynı tür kahrı çekiyorlar.

Allah onlara da bin kolaylık versin, bizler kadar küfür yiyor ve tehdit işitiyorlar.

Oysa, ne ak, ne kara olan ve gri tonlar içeren ‘gerçek’ ancak ortada yakalanabilir.

Ardaş’ın karısının benim onu Paris’in ortasında ‘kesmeyeceğime’ inanması, Şabuh Bey’in Konya örneğini bilmesinden; Dikran’ın Nice Ermeni cemaatini ‘yumuşatabilmesi’ (!) ise Samson’un rahmetli devlet adamı Türkeş’i Petrosyan’la buluşturmasından geçer.

Buna ‘insani ilişkiler’ diyoruz ki, Türkler ve Ermeniler o insaniyetten kopamaz.

Zaten Türkler ve Ermeniler karşılıklı kardeşlik, dostluk ve yoldaşlıktan hiç kopamaz!

Yorumlar kapatıldı.