İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ÖZDE TEHCİR YA DA SÖZDE SOYKIRIM… FARK EDER Mİ GERÇEKTEN?

ÖZDE TEHCİR YA DA SÖZDE SOYKIRIM… FARK EDER Mİ GERÇEKTEN?


Tehcir mi soykırım mı? Katliam mı mukatele mi? Tarihçiler mi karar versin, siyasiler mi?

Bir milli maç seyreder gibi izliyoruz bu tartışmayı: Gerçi golleri hep biz yiyoruz, ancak yeni taktiklerimiz sayesinde durumu düzeltebileceğimiz inancını henüz yitirmedik: Resmi tezimizi bir kabul ettirebilsek, karşı takıma karşı büyük bir zafer kazanacağımızdan eminiz… Vakuruz. Azimliyiz. Amigolarımızın komutlarıyla heyecanlanıyor, sahadaki temsilcilerimizi desteklemek için bayraklarımızı sallıyoruz… Hep aleyhimizde kararlar veren peşin hükümlü hakemlere ve karşı tribünleri dolduran yedi düvele karşı öfkemiz kabarıyor, yer yer küfürle karışık tezahürat yapıyoruz. Hele hele kendi tribünlerimizden birileri karşı tarafı desteklemeye kalkarsa, doğal olarak çileden çıkıyoruz: En ilkellerimiz bu hainleri linç etmeye niyetlenirken, daha aydınlarımız onları vatansız ilan edip lanetliyorlar. Çünkü bu bir milli dava. Haklıyız, kenetlendik ve bu maçı mutlaka kazanmak istiyoruz…

Açıkçası, 1915’te tam olarak ne olduğuyla çok ilgili sayılmayız, işin o faslını tarihçilerimize havale ettik; hem… bu işin uzmanı olmadığımız için, biz sıradan vatandaşların söyleyecek pek bir sözümüz de yok. Uzman büyüklerimize inanıyoruz: Arşivlerde ne yazıyorsa odur! Zaten önemli olan, önüne bir “sözde” lafı koydurtmadan “soykırım” dedirtmemek… olan biteni “tehcir” ya da “mukatele” gibi anlamı biraz muğlak, sözlüklerde bile zor bulunan kelimelerle tanımlamaktır. Sözcükler yer değiştirince “biz” kazanmış olacağız…

Peki ama, tarihsel açıdan haklı olduğumuzu, Ermeni meselesindeki resmi tezimizin gerçekleri, yalnızca gerçekleri ve tüm gerçekleri içerdiğini varsaysak bile, bu meselenin her gündeme gelişinde takındığımız saldırgan tutumda ve öfkeli fanatik taraftar üslubunda sizi rahatsız eden, tuhaf gelen bir şeyler yok mu? Bazı emekli diplomatlarımızın ve kimi devletli tarihçilerimizin 1915’te olan biteni “teknik” ya da hukuki bir soruna indirgemelerinde, basit bir “trajedi” diye geçiştirmelerinde, ölenlerin sayısının Ermeni milliyetçilerinin iddia ettikleri gibi bir milyon değil de “yalnızca” üç yüz bin olduğunu büyük bir soğukkanlılıkla, müstehzi bir gülümsemeyle, sanki marifetmiş gibi dile getiriyor olmalarında bir çiğlik, bir densizlik sezmiyor musunuz?


Kendi resmi tezimizde yer alan rakamlarla yetinsek bile, bu topraklarda yaşamış, bu ülkenin vatandaşı, kadınıyla, çoluğu çocuğuyla, yaşlısı ve hastasıyla ÜÇ YÜZ BİN insanın ölümüyle sonuçlanan olaylardan söz ettiğimizi unutacak kadar insanlıktan uzaklaştık mı yoksa? Başka bir deyişle, varsayalım ki Ermeni milliyetçileri iftira atıyorlar, yalan söylüyorlar… peki ama bizim de en azından bir edep sorunumuz yok mu dersiniz? Ölenlerin yakınlarının, torunlarının, tüm dünyanın gözlerinin önünde, bu kadar insanın ölüsünün arkasından konuşurken hiç olmazsa daha insancıl, daha hassas, daha saygılı bir dil kullanmamız gerekmez mi? Nerede kaldı o çok öğündüğümüz örf ve adetlerimiz?


Kendi itiraf ettiğimiz rakamların bile ne anlama geldiğini bir gün olsun düşünmeyecek miyiz? “Ölenler topu topu üç yüz bin kişi, bu Ermeniler de abartıyor canım” dedikten sonra, kendi dile getirdiğimiz bu rakamın bile ne kadar korkunç olduğunu bir an durup düşünmeden, hiç soluklanmadan ve ölen insanlar için bir an olsun içten, insani bir üzüntü hissetmeden, hiç sıkılmadan ve ölenlerin torunlarına gecikmiş bir “başsağılığı” bile dilemeden, kaldığımız yerden devam edip “bu milli davada ne kadar haklı olduğumuzu” aynı öfkeli ve kendinden emin ses tonuyla anlatmaya devam etmek bu kadar kolay mı?


Kendi resmi tezimizdeki sözcüklerin arkasında gizlenen, unutulan insani gerçeklikle hiç yüzleşmeyecek miyiz? Örneğin şu soruyu hiç sormayacak mıyız: Ne demek “üç yüz bin” kişi? Nasıl bir rakamdır “üç yüz bin”? Asya’daki son tsunami felaketinde ölenlerin sayısına yakın bir rakam mıdır acep? Ya da Gölcük depreminde ölenlerin yirmi misli? Saddam’ın Halepçe’de öldürdüğü Kürtlerin altmış misli? Kıbrıs’taki mevcut Türk sayısının yaklaşık iki misli? Çorum ya da Sivas büyüklüğündeki bir kentin nüfusu? 
 
1915’te ölenlerin sayısı Ermenilerin iddia ettikleri gibi bir/bir buçuk milyon değil de, bizim resmi tezimizdeki gibi “yalnızca” üç yüz bin ise… rahat uyumaya hakkımız olacak mı? 90 yıllık bir mesafeden bakınca, yan yana sıralanmış üç yüz bin insanın cesedi o kadar az mı görünüyor? Üç yüz bin insan evladının hayatı bu kadar ucuz mu?

Hem… diyelim ki resmi tezimiz doğru ve bu ölen insanlar sırf Ermeni oldukları için, toptan yok edilmek amacıyla sistematik olarak öldürülmediler (yani soykırıma ya da etnik temizliğe tabi tutulmadılar)… yalnızca, o bölgedeki Ermeniler toplu olarak zorla göç ettirilirken (yani tehcir sırasında) kazara… salgın hastalıktan… münferit bir iki çete saldırısı sonrasında… istemeden yok oldular… Peki ama, devletin insani ve siyasi sorumluluğu açısından çok fark eder mi gerçekten?

Resmi tezimizin doğru olduğunu varsaysak bile, şu soruları sormayacak mıyız örneğin: Ölenler, tehcir kararını veren devletin vatandaşı değil miydi? O devletin himayesi altında değil miydi? Hele o yılların savaş koşullarında Kuzey Doğu Anadolu’dan bu kadar çok sayıda sivili apar topar yollara dökme kararını veren devletin yöneticileri (ki, “tüm tehcir edilenler ölmedi” diyorsak, göçe zorlanan insan sayısının üç yüz binin çok çok üstünde olduğunu kabul etmemiz gerekiyor!), bu insanların önemli bir kısmının yolda ölebileceğini bilmiyorlar mıydı gerçekten? Bunu öngörmek olanaksız mıydı dersiniz?

Eğer tehcir kararı, doğuracağı sonuçlar bile bile alındıysa, bu canilik değil de nedir? Yok eğer tehcir kararını alanlar bu kadar çok insanın öleceğini önceden düşünemedilerse… bu işin nereye varabileceği, aldıkları kararın sonuçlarının neler olabileceğini hesaplayamadılarsa… yani “kötü niyetli ve cani” olmadıklarını varsaysak bile… üç yüz bin vatandaşının ölümüne yol açan böylesine korkunç bir kararı alan yöneticilerin yine de vermesi gereken bir hesap yok mudur? Bu yaşananlar “yalnızca tedbirsizlik” sonucu olmuş olsaydı bile, üç yüz bin insanın ölümüne yol açan “hatalı” bir karar vermiş olmak zaten yeterince büyük bir suç değil midir? Kendi askerini bile Sarıkamış’ta kırdıran paşaların, “düşmanla işbirliği yaptıklarına inandıkları” sivillerin yaşamına ne derece özen göstermiş olabileceklerini hiç mi sorgulamayacağız? Tehcir kararının ardındaki zihniyeti hiç mi kınamayacağız?

Denilebilir ki, o dönemim yöneticileri bu kararı durup dururken vermemişlerdir, bunun bir nedeni vardır: Nitekim resmi tezimizin üçüncü ayağı da, Ermeni örgütlerinin savaş sırasında Rus ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliği yapıp ayaklandıklarını, Türk köylerini basıp katliam yaptıklarını, Osmanlı yöneticilerinin de tehcir kararını bu yüzden aldıklarını, yani savaş koşullarında bir tür meşru müdafaa içinde olduklarını dile getiriyor. 

Gerçi, savaş koşullarından söz ederken, söz konusu savaşın “haklı” bir kurtuluş savaşı değil, tüm dünya halklarından on milyonlarca insanın pisi pisine öldüğü haksız bir emperyalist çıkar savaşı olduğunu hatırlatmak gerekmez mi? Bu koşullarda, yani devleti yönetenlerin 90.000 askeri Sarıkamış’ta feda edecek kadar gözü dönmüş bir biçimde Turan peşinde koştukları bir dönemde, yıkılmakta, parçalanmakta olan bir imparatorluğun kimi unsurlarının da bağımsızlık hayalleri kurmalarının çok da yadırganacak bir şey olmadığı göz ardı edilebilir mi?
Üstelik, Ermenileri emperyalizmle işbirliği yapmakla suçlarken, Osmanlı yöneticilerinin de aynı tarihlerde, en az İngilizler ve Ruslar kadar vahşi ve acımasız bir başka emperyalizmle, yani Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde olduklarını, hatta Alman genelkurmayının Osmanlı ordusunun yönetiminde bile söz sahibi olduğu görmezden gelmek ne derece adil, ne derece dürüst olabilir? “Biz” o savaşta çok mu masumduk sanki?

Ancak bu tür tartışmalara hiç girmeyip, olgusal düzeyde resmi tezimizin bir kez daha tümüyle doğru olduğunu, yani Ermeni çetelerinin emperyalizmin kışkırtmalarına kapılıp kendi devletlerine ihanet ederek Müslüman ahaliyi katlettiklerini varsaysak dahi… Ermeni çetelerinin yaptıklarını tüm sivil Ermeni halkına mal edebilir miyiz? Başka bir deyişle, resmi tezimizde belirtildiği gibi, o dönem karşılıklı katliamlar (mukatele) yaşanmış olsa bile, tüm bir halkı toptan cezalandırmaya temel oluşturan bir tür “kolektif suç” mantığı savunulabilir mi?

Bugünden geriye dönüp baktığımızda, resmi tezimizdeki gerekçeler bile, üç yüz bin sivilin ölümüne yol açan bir tehcir kararını haklı kılabilir mı gerçekten? Yani olayları bugünün hukuk devleti mantığı içinde değerlendirdiğimizde — hatta savaş koşullarını dikkate alsak dahi — Ermeni siyasi örgütlerinin ihanet etmiş olmaları, devletin yörede yaşayan tüm Ermeni sivil halkı savaş koşullarında zorla göç ettirmesini haklı kılabilir mi? Böyle bir karar, hem özü itibarıyla, hem de doğurduğu insani sonuçlar açısından, bugün hâlâ savunulabilir mi?

Resmi tezimizin olayları aktarış biçimi tümüyle doğru olsa bile, tehcirin olsa olsa o günün devlet anlayışı içinde alınmış bir karar olarak görülebileceğini… ancak bugünün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, Avrupa insan hakları sözleşmesine imza atmış bir ülkede, yani günümüz Cumhuriyet  rejiminin, demokratik hukuk devletinin mantığıyla baktığımızda, gerekçesi ne olursa olsun, onca insanın ölümüne yol açmış bu tür bir siyasi kararın haklılığını savunmanın artık elbette söz konusu olamayacağını belirtmemiz gerekmez miydi hiç olmazsa? Bunu bile kabul etmeden, yani bugün kağıt üstünde savunduğumuz değerler açısından kendi resmi tezimizin mantıksal sonuçlarıyla bile yüzleşmeden, olan biteni “basit bir trajedi” diye geçiştirmek bu kadar kolay mı gerçekten?

Ermeni tezlerinin tümüyle iftira olduğunu varsaysak bile… Türk resmi tezinin sözcülüğünü yapanların bu olan biteni savunuş biçimlerinde ve Ermenilerden söz ederken kullandıkları aşağılayıcı, suçlayıcı üslupta… bırakınız ölenlerinin torunlarını, her vicdan sahibi sıradan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını bile rahatsız etmesi gereken bir hoyratlık, ölenlerin anısına karşı çirkin bir saygısızlık, yakınlarının duygularına karşı inanılmaz bir umursamazlık sezmiyor musunuz?  


Meseleyi bu zihniyetle, bu üslupla tartıştığımız sürece, sözde soykırım ya da özde tehcir olmuş… ne fark eder ki? 


Burada yapılan şey gerçekten Türkiye’ye karşı yöneltilmiş “haksız bir soykırım suçlamasına” karşı çıkmak mıdır? Yoksa, 1915’te yaşananlardan 90 yıl sonra  bile ölenlerin anısına en ufak bir saygı göstermeyişimiz… en ufak bir içten üzüntü beyan edemeyişimiz başka bir şeylerin mi ifadesi? Bir yandan ölenlerin torunlarına, akrabalarına nefret saçarken, bir yandan da bunca insanın ölümüne yol açan karara sahip çıkmanın, bu kararı alan dönemin yöneticilerini açıkça savunmanın… hatta adeta kahraman ilan etmenin temelinde bambaşka bir mantık, bambaşka bir zihniyet yatıyor olmasın sakın?

Aslında sorunun can alıcı noktası da budur: Çünkü resmi tezin özü ve savunuluş tarzı, doksan yıl önce yapılanları mazur göstermenin de ötesinde, düpedüz savunan, hatta neredeyse açık açık “Ermeniler, kendilerine yapılanı hak etmişlerdi” diyerek haklı çıkartmaya çalışan bir söyleme dayanıyor. Hatta bu savunmayı yaparken bazen ölçü iyice kaçıyor ve “yaptıksak yaptık, ne olmuş yani? Bugün olsa yine yapardık” demeye varan bir pişkinlik bile sergileniyor. Sorun şu ki, resmi tezin bayraktarlığını yapanlar, sanki o dönemin Osmanlı yöneticileriyle aynı ideolojiyi, aynı türden bir milliyetçiliği bugün hâlâ savunuyor gibiler… yani aslında tehciri savunurken, bugünkü kendi zihniyetlerini, ideolojilerini savunuyor gibiler… acaba bu yüzden mi bu kadar saldırganlar… suç üstü yakalanmış gibi?

Koskoca bir imparatorluğu batırdıktan sonra Cumhuriyeti de yıkmaya muktedir bir etnik milliyetçiliği, yani Enver paşa/Talat paşa şovenizmini bugünün Türkiye’sinde hakim kılmaya çalışan bu söylemin sahipleri, aslında tehcir kararını alanlardan bile daha öteye gittiklerinin farkındalar mı? Çünkü o tarihte tehcir kararını alanlar, eğer gerçekten resmi tezimizde belirtildiği gibi bu kararı bilinçli bir “yok etme” mantığıyla almadılarsa, belki geriye dönüp baktıklarında: “Bu kadar insanın ölümüne yol açacağını bilseydik bu kararı almazdık” diye kendilerini savunmayı deneyebilirlerdi… Oysa, ne gibi insani sonuçlar doğurduğu bile bile, bugün hâlâ tehcirin haklı olduğunu söyleyenlerin böyle bir kaçış noktası yok: Yitirilmiş bir savaşın ardından bile, doksan yıl sonra, hâlâ, üç yüz bin sivilin feda edilmesini doğru buluyorlar! Üstelik onların Ermenileri hedef alan, onlara yapılanlardan bile Ermenileri sorumlu tutan, hâlâ düşmanlık saçan kin dolu söyleminin “savaş koşulları” gibi bir mazereti de yok. Doksan yıl sonra bile gerekli soğukkanlılığın, insancıl tavrın gösterilemeyişini ancak belirli bir ideolojik tavır açıklayabilir, bildik bir “derin devlet” zihniyeti: “Türk” olmayan ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman gören, sürekli iç ve dış tehditlerle halkı korkutup sindirmeye çalışan, paranoyak, saldırgan, ırkçı bir milliyetçilik…

Gerçi, bu söylemin sahipleri, kendi tavırlarının gerekçesi olarak Ermenilerin de bu meseleye düşmanca, milliyetçi/şoven bir açıdan yaklaştıklarını, tarihe tek taraflı baktıklarını, özellikle de diaspora’daki Ermenilerin bu meseleyi adeta bir “varlık sebebine” dönüştürdüklerini, üstelik Ermenilerin de o tarihlerde Türkleri öldürdüklerini söyleyeceklerdir. Asala’nın intikamcı, terörist eylemlerini gündeme getirip, işledikleri cinayetleri hatırlatılacaktır…


Ancak bir tarafın şovenizmini eleştirmek, cinayetlerini dile getirmek, ille de öteki tarafın şovenizmini desteklemek ya da cinayetlerini mazur görmek midir? İnsan her türlü şovenizme, cinayete karşı olamaz mı? Kaldı ki, milliyetçiliğin ve şovenizmin mantığı her yerde aynıdır, dolayısıyla Ermeni şovenizminin de Türk şovenizminden daha insancıl olması için hiçbir neden yoktur. Hiçbir katliamın ya da terörist eylemin haklı bir gerekçesi olamaz. Milliyeti ne olursa olsun ve savunduğu dava ne olursa olsun, cani canidir… ve her halkın içinden caniler çıkmıştır: Etnik çatışmalarda “iyi” ya da “masum” taraf yoktur. Türk’ü kesen Ermeni de canidir, Ermeni’yi kesen Türk de…  Ayrıca, kim ne kadar acı çekmiş olursa olsun, hiçbir halkın tümüyle cani olarak gösterilmesi, toplu olarak “suçlu” ilan edilmesi kabul edilemez… 


Öte yandan, unutmayalım ki canilerin elinde ne kadar çok güç, silah ve iktidar varsa, devlet gücü ve ordu varsa, insanlığa o kadar çok zarar vermişlerdir!


Her şey bir tarafa, eğer sürekli olarak geçmişte yaşananları bahane ederek yeni katliamlara, bitmeyen kan davalarına, tükenmeyen kinlere zemin hazırlamak istemiyorsak, herkes öncelikle kendi canisiyle kendi hesaplaşmalı, işlenen suçların hesabını – bu suç “ötekine” karşı işlenmiş de olsa – sormalıdır. Dolayısıyla her halk kendi vicdan muhasebesini kendi yapmak zorundadır; herkes kendi tarihiyle yüzleşmelidir. Kimse kendi ayıplarını “ötekinin” yaptıklarını mazeret göstererek haklı çıkarma ya da aklama hakkına sahip değildir.


Kendimize dönüp bakacak olursak, bizim resmi tezimiz bile devletin verdiği bir “tehcir” kararının sonucunda üç yüz bin sivilin öldüğünü kabul ediyor. Böyle bir katliamı savunan ya da mazur göstermeye çalışan (hele hele “haklı” gösteren!) bir ideolojiyle hiçbir yere varamayacağımızı ne zaman anlayacağız?


Başka bir deyişle, 1915 söz konusu olduğunda, resmi tezi savunanların çoğunun kullanmakta sakınca görmediği o hırçın, çirkin ve pişkin üsluptan uzaklaşmak için Ermeni tezlerini kabul etmeye, “soykırım” sözcüğünü “sözdesiz” telaffuz etmeye ya da bir milyon ölüden söz etmeye hiç gerek yoktur. Türk resmi tezinin içerdiği itiraflar bile zaten yeterince vahimdir!  


Ermeni meselesini gerçekten tartışabilmek için Türkiye her şeyden önce kendi resmi teziyle, bu tezin içerdiği itiraflarla, acı gerçeklerle yüzleşmeyi başarabilmelidir. Şovenizmin kindar gözlüklerini takmadan Türk resmi tezinin içeriğine bakmak bile, bize Ermeni meselesine bambaşka bir açıdan, bambaşka bir üslupla yaklaşmamız gerektiğini göstermeye yetecektir. Kendi resmi tezimizde kabul ettiklerimizle gerçekten yüzleşmek bile, bizi daha insancıl, daha etik bir çizgiye gelmeye zorlayacaktır.


Ermenilerin acısını anlamadan, paylaşmadan, meselenin insani boyutlarıyla yüzleşmeden ve daha insancıl bir üslup takınmadan Ermeni iddialarında bir doğruluk payı olup olmadığını ciddi biçimde tartışabilmek dahi olanaksızdır. Ermenilerle ortak tarihimizin kırılma noktası olan 1915’te yaşananlar hakkında, öncelikle böyle bir etik tavır takınmadığımız sürece, o gün “karşı tarafta” yer alanların torunlarıyla bugün sağlıklı bir diyalog kuramayız. Oysa bu toprakların tarihinin tüm taraflarının torunları olarak, aramızda diyalog kurup uzlaşmadan bu meseleleri çözemeyiz… Doksan yıldır da çözemedik zaten!


Hem… unutmayalım ki, uzlaşmamız gereken o torunların bir kısmı bugün hâlâ kendi ülkemizin has vatandaşlarıdır, Türkiyeli Ermenilerdir ve “biz” diye tanımladığımız ulusal bütünün bir parçasıdırlar. Eğer Türkiye tek bir etnik gruba ait bir ülke değilse, gerçek anlamda vatandaşlık bağını temel alan demokratik bir hukuk devleti, laik ve üniter bir cumhuriyetse, o zaman Ermeni vatandaşlarımızın da atalarından söz eden bir tarih dilimi hakkında, onları dışlayan, onların duyarlılıklarını dikkate almayan, onları ikna etmeyen, üstelik onları rencide eden ortak bir tarih nasıl yazılabilir?


1915’te yaşananlar ne olursa olsun, biz eğer bugün bir “soykırım mantığıyla” hareket etmiyorsak, yani amacımız Ermeni varlığını bu topraklardan silip atmak, izini yok etmek değilse, o zaman bu ülkenin Ermenilerinin de eşit birer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduklarını, komşumuz Ermenistan’daki Ermenilerin de onların soydaşları… dolayısıyla “bizim” de soydaşımız olduklarını, öyle olunca da ortak tarihimizi onlarla birlikte yazmak zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız… Hatta o çok kızdığımız diaspora Ermenilerinin bile aslında bizim ülkemizden göç etmiş insanların torunları olduklarını, kökenlerinin bu topraklar olduğunu, yani özünde onların da bu toprakların insanı, bizim insanlarımız, akrabalarımız olduklarını hatırlamamızda yarar vardır.


Kendi tarafımızdaki şovenizme, düşmanca üsluplara karşı çıkmak, karşı tarafı da aynı yönde hareket etmeye teşvik edecek, benzer anlayışta olanlara yardımcı olacaktır. Eğer meseleyi gerçekten çözmek istiyorsak, artık bir an önce o “düşman takıma karşı soykırım maçı” yapar havasından çıkmamız, ortak tarihimize kazanılması gereken bir “savaş” mantığıyla değil, insanların karşılıklı olarak yaşadıklarını içten bir şekilde anlamaya, paylaşmaya, aşmaya çalışan insancıl bir yaklaşımla, birlikte eğilmeliyiz.


Hem, unutmayalım ki bu konularda kararı verecek olanlar ne tarihçiler, ne siyasiler, ne de diplomatlardır… Asıl söz sahipleri, bu topraklarda geçmişte yaşananlar hakkında ellerini vicdanlarına koyarak kararı verecek olanlar, yalnızca ve yalnızca insanlar, bu toprakların insanlarıdır… yani kararı bizler vereceğiz, hepimiz, hep birlikte. Bu toprakların insanları geçmişte yaşananlar hakkında uzlaşmadıkça, vicdanlarında birbirini aklamadıkça ya da affetmedikçe, alınacak hiçbir diplomatik “zaferin” hiç kimse için en ufak bir anlamı olmayacaktır.. 


Ermeni meselesini tartışmak için tarihçi, arşivci, uluslararası hukuk uzmanı ya da emekli diplomat olmaya gerek yoktur. Çünkü sorun zaten bir “tehcir mi soykırım mı?” sorunu ya da teknik/hukuki bir mesele değildir: İnsani açıdan baktığımızda, insanların yaşadıkları acılara, yitirdiklerine, yitirdiklerimize baktığımızda, zaten tehcirle soykırım arasında hiçbir fark yoktur! Gerçek şu ki, Birinci dünya savaşı öncesinde bu topraklarda yaşayan nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Ermenilerden geriye bugün Türkiye’de ancak bir avuç insanımız kalmıştır. Dolayısıyla, sonuçları itibarıyla değerlendirdiğimizde, tehcirle soykırım arasında bir fark yoktur. Türk teziyle Ermeni tezi her ne kadar 1915’te yaşananları farklı anlatıyorlarsa da, aslında o yaşananların yarattığı insani sonuçlar açısından baktığımızda, her ikisi de aynı noktaya varmaktadır.
 
1915’in bize neleri kaybettirdiğini görebilmek için arşivlere değil, insanların yüzlerine bakabilmemiz gerekiyor. Arşiv, işin tarihçileri ilgilendiren boyutudur. Belgeler, anlaşmalar, sözleşmeler devletlerin yaşamında önemlidir elbette. Ancak tarihimizle yüzleşmek için asıl yapmamız gereken şey, tozlanmış arşivlerdeki küflü belgelere değil, insanların, bizim insanlarımızın gözlerinin içine, yüreklerindeki acıya bakabilmeyi başarmaktır… vicdanımızın sesini susturmadan, insanlığımızı askıya almadan! Sorunu ancak birbirimizin yüzüne kin ve nefret olmadan bakabildiğimizde çözmüş olacağız.


Sorun şu ki, tehcir tezini yedi düvele kabul ettirtmeyi başarsak dahi, bu bize 1915’te yitirdiklerimizi asla geri getirmeyecektir. Tıpkı soykırım tezini kabul ettirmenin sonucunda elde edilebilecek törensel bir özrün, bir uluslararası parlamento ya da mahkeme kararının, ödenecek bir tazminatın o yitirdiklerimizi asla geri getiremeyeceği gibi…

Çünkü adına ister tehcir, ister soykırım… ister katliam, ister mukatele… isterse de etnik temizlik ya da “trajedi” diyelim. Sonuçta her şıkta kaybeden “biz”iz, bizleriz. Her savaşta, her bölünmede, her ayrışmada, her mübadelede, her göçte, her köy boşaltmada, her katliamda, her suikastte, her düşmanlıkta bu toprakların insanları olarak biz kaybettik, bizler eksildik, bizler fakirleştik… bizler birbirimizi kırdık, bu toprakların insani zenginliğini oluşturan “bizi” yitirdik.

Sonuçta, Türkiye’nin “soykırım maçında” kazanacağı hiçbir şey yoktur. Aksine, bu meseleyi şoven milliyetçiliğin diliyle, üslubuyla tartışmaya devam ettiğimiz sürece, doksan yıl önce yitirdiğimiz Ermenilerin bu kez de torunlarını ebediyen yitireceğiz. Türk/Ermeni genç kuşakları insanlık dışı bir kinle zehirlemiş olacağız. Uygar bir toplum olma hakkını yitireceğiz.


Oysa, geçmişimize bakarken, şovenizmin at gözlüklerinden kurtulmayı başarabilirsek, bu topraklarda yaşayan insanların, tüm insanlarımızın yaşadıklarıyla ve acılarıyla yüzleşir, bu acıları payşamayı, yitirilenleri ortak kayıplarımız olarak görmeyi başarabilirsek… bunu hiç olmazsa bugün başarabilirsek, belki işte o zaman dün yitirdiğimiz o “biz”i yarın yeniden kazanabilir, ortak çabalarla yeniden oluşturabiliriz.


Bu zenginliği yeniden kazanmamız için hâlâ çok geç değildir.

Yorumlar kapatıldı.