İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk-Ermeni Barışmasında Atılması Gereken Adımlar

I.GÜN

GİRİŞ

Bu yazı esas olarak Türk-Ermeni ilişkilerine yeni bir
yaklaşım önermek
amacıyla kaleme alınmıştır. Bugüne kadar, soruna, sorunu yaratan
eski
paradigmalar içinden yaklaşıldığı ve bunun değiştirilmesi
gerektiği yazının ana
tezidir. Bu paradigma en genel anlamıyla, Osmanlı devletinin dağılması,
ve bu
süreçte çeşitli din-ulus grupları arası ortaya
çıkan çatışmalardır. Bu çatışma
sürecinde, her bir grup, belli bir toprak parçasının
kendisine ait olduğunu
iddia etmiş ve bu toprağın sınırları içinde kalan ve kendisinden
olmayan,
“öteki” diye tanımladığı ulus veya din gruplarını etnik temizlik
veya
göç/sürgün yolu ile yok etmeyi tercih etmiştir.
Ermeni-Türk meselesi böyle
çatışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır
ve hala bu paradigmanın kavramları ile
ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Benim bu konudaki
teklifim,
sorunun yeni bir tarzda kavramlaştırılmasının gerektiğidir. Önerim
sorunun
ulus-devletlerin demokratikleşmesi meselesinin bir parçası
olarak uluslar arası
adalet paradigması alanına taşınmasıdır. Bunun anlamı şudur:
Çatışma artık iki
tarafın toprak ve sınırlar üzerinde yürüttüğü
bir çatışma olarak geçmişten
miras kalmış bir sorun olarak görülmemeli, bunun yerine her
iki toplumun bugünkü
demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak; yani bir insan
hakları sorunu
olarak ele alınmalıdır.

Demokratikleşme meselesi

Bu demektir ki, Türkiye ve Ermenistan iki komşu devlet
olarak her ikisi
de demokrasiye geçiş sürecinde olan iki ülke olarak
kendi
demokratikleşmelerinin ve bölge ilişkilerinin demokratikleşmesinin
bir parçası
olarak konuya yaklaşmalıdırlar. Türkiye AB’ye kabul edilmek
üzere olan;
Ermenistan ise SSCB’den ayrıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan,
geçiş
sürecinde ülkelerdir. Her iki devlet de geçmişleri ve
demokratikleşme meselesi
ile kendilerini ve “öteki”nin kimliğini yeniden tanımlama
sürecindedirler.
Kendi öz kimliklerinin demokratik bir temelde tanımlanabilmesi
ise, her iki
toplumun da ötekini geçmişi üzerinden değil,
bugünün örüntüsü içinde yeniden ve
derinlemesine tanımlamak zorundadır. Böylesi bir sürecin
başlayabilmesi için
iki toplumun da birbirleriyle doğrudan ilişki içine girmesi ve
geçmişin tutsağı
olmaktan kurtulmaları gerekir. Bunun yolu ise, her iki toplumun da
geçmişleriyle, bugünleri arasında açık bir ayrım
yapmayı başarabilmeleridir.
Zor olan veya sorun olan, geçmiş ile bugün arasında bir
ayrımın henüz
yapılmamış olmasıdır.

Temel argümanım, bugünkü Türk-Ermeni
ilişkilerinde, geçmiş, bugün ve
gelecek arasında farklılıkların hemen hemen hiç olmadığıdır.
Geçmişle bugün
arasındaki sınırlar silinmiş, bir çeşit zamansızlık duygusu
ortaya çıkmıştır.
Tina Rosenberg, Doğu Avrupa toplumları üzerinde, onların
geçiş süreçlerini
gözledikten sonra şu tesbitte bulunmuştu: “Öğrendiğim ilk
ders şu oldu: Bazı
toplumlar geçmişle uğraşmıyorlar, çünkü
geçmiş hala onlarla birlikte yaşıyor.”
Benzer şekilde Türk-Ermeni ilişkilerinde de geçmişin hali
hazırda bizimle
birlikte yaşar olması ve bakış açılarının, karşılıklı
ilişkilerin ve aktörlerin
değişmediği hissinin sürmesi durumu var. Bugünün
aktörleri, atalarının tarihsel
figürlerinin arkasına gizlenmiş bir biçimde aynen ataları
gibi davranmaya devam
etmektedirler. Bu aynılığın inandırıcı olabilmesi için
tarafların, “öteki”nin kollektif
kimliğinin zaman içinde değişmeden kaldığını kabul etmesi
gerekiyor. Geçmişin
asıl failleri ile kurbanları arasındaki ilişki fiktif bir soyağacı
yaratılarak
bugüne aktarılıyor. Böylesi bir bağı kurmanın doğal sonucu
olarak da bugunün
kollektif kimlikleri ve geçmiştekiler arasında aynılık hissi
doğuyor.

 Kurgusal
kavramlar:“Türk” ve
“Ermeni”

Görmek gerekiyor ki, bu mantık tarihe ikili
bir yaklaşımı gerekli
kılıyor. Birincisi tarihin bir anı (1915) esas alınıyor ve bu an
tarafları
tanımlamak için kullanılıyor. İkincisi ise, bugünkü
Türk ve Ermeni tarafları
tanımlanırken koskoca bir tarihsel süreç yok sayılıyor.
Tarihsizlik bugünün
temsilcilerinin birbirleri ile ilişkilerini belirlemede esas alınıyor.
Sonuç
olarak bugün Türkler ve Ermeniler bir diğeri için bir
nevi soyutlama, bir
tarihsel genellemeden başka bir şey değildir. Ortada kullanılan
“Türk” ve
“Ermeni” kavramları bir kurgudan ibarettir. Bir başka deyişle, tarihsel
olarak
tanımlanmış, bugün yaşayan Türk veya Ermeniyi tanımlayan
kategoriler yerine,
içi boş kurgulamalarla karşı karşıyayız. Sonuç olarak
diyebiliriz ki; Türk
demek Ermeni olmayan, Ermeni demek ise Türk olmayan
demektir.  

Geçmişle bugünün zamansız bir
bölgede
hemhal edilmesi operasyonu olarak da tanımlayabileceğimiz bu mantık ile
tarih
de donmuş hale sokuluyor. Bu donma bölgelerinin oluşma ve
pekişmesinde Soğuk
Savaş döneminin büyük rolü oldu. Şimdi SSCB’nin
dağılması ile birlikte bu
buzlar erimeye başladı ama bu buzlanmanın doğal sonucu olarak her iki
taraf
(Türk ve Ermeni) birbirlerini Soğuk Savaş öncesi dönemde
tanıdıkları tarzda
algılamaya devam ediyorlar.

Her iki toplumun da dün ve bugün arasında
ayırım yapamamaları ve geçmişin
tutsağı olmaları bu toplumların hala travmatik bir durumda olduklarının
işaretidir. Belli bir travmayı hala yaşamaya devam eden toplumların
geçmişle
bugün arasındaki farkları görebilmelerinin ve geleceği inşa
edebilmelerinin
yegane yolu, geçmişleri ile yüzleşmeleri ve birbiriyle
doğrudan ilişki içine
girmeleridir.

Özür Dileme
Çağı

Özür dileme siyaseti 20.yy’da öyle bir
hal almıştır ki, bazıları çağımıza “Özür Dileme
Çağı” adını bile takmıştır. Bu
özür dilemeler, tarihin bir yerinde yapılmış yanlıştan
kendisine pay çıkaran
değişik kesimler tarafından yapılıyor. Bu da yerine göre, ya
bireyler, meslek
adamları, ticari organizasyonlar, dinsel liderler gibi sivil
kuruluşlarca ya da
devlet temsilcileri, hükümetler, devlet başkanları gibi resmi
kişilerce
yapılıyor. Özür dileme patlamasının arkasında yatan nedenler
hakkında değişik
fikirler ileri sürülmektedir. Küreselleşme,
ulus-devletlerin yıkılması, Nazi
Soykırımı’nın etkisi bu izah tarzlarının başında geliyor. Elazar Barkan
özür
dilemelerde dünya çapında yaşanan patlamayı, “uluslar arası
ahlak” kavramının
yeniden önem kazanmasıyla açıklıyor. Bu konuda kafa yoran
bir başka bilim adamı
John Torpey’e göre ise “politik özür” Holocaust yani
Nazi Soykırımının ne
anlama geldiği konusunda yürütülen başarılı
çalışmaların sonucu ortaya çıkan
uluslar arası normların bir ürünüdür. Torpey, Nazi
Soykırımının bu tür özürler
için küresel bir ölçüt oluşturduğunu
düşünüyor. Michel-Rolph Trouillot’ya göre
ise özür dileme dalgası, politik düzeyde, bireysel
özgürlüklerin kollektif
özgürlükleri galebe çalmasının bir
ifadesidir. 
Küreselleşen dünyamızda farkında olmadan kollektif
kimliklere sanki
bireysel kimliklermiş gibi davrandığımızı ve onlara bireysel kimliklere
ait
“ayıp”, “onur”, “suç”, “haysiyet”, “gurur” gibi kavramlarla
yaklaştığımızı
söyleyen Trouillot, kollektif kimliklerin aynen bireysel kimlikler
gibi
yerleşmiş ahlaki kategorilerle ele alındığını ekliyor. Jeffery K. Olick
ve
Brenda Coughlin ise bu görüşe katılmıyorlar ve esef, keder,
ya da pişmanlık
diye çevirebileceğimiz “regret” duygusunun artışını, devletin
yeterli
psikolojik savunma mekanizmaları geliştirememesinin bir işareti, yani
devletin
bir zaafı olarak görüyorlar. Bu açıdan bakıldığında,
onlara göre özür dilemek
bir kollektif kimliğin örneğin ulus-devletin
çöküşünün bir işaretidir. 
Jurgen Habermas’a göre ise tarihin “geçici
ufku tersine çevrilmiştir” ve “bugün, geçmişin
ürküntüsü, kurbanların anıları
kendimize dair görüşlerimize esin veren 19. ve 20.yy
ütopyalarının yerini
almaktadır”. Habermas’a göre artık ütopyanın kendisi değil,
onun kurbanlarını
hatırlamak daha önemlidir ve kurbanları hatırlamak kollektif
kimliğin en önemli
parçası olan ahlaki değer yargılarımızın sorgulanamaz temelini
oluşturmaktadır.

Bernard Giesen büyük
ütopyaların yıkılması ya da kültürel anlamda kurban
edilmesi gibi genel
kalıpsal fikirleri doğru olsalar bile tek başlarına yeterli bulmaz.
Bunun bir
nedeni, büyük ütopyaların yıkımının değişik toplumların
belleklerinde değişik
biçimlerde anılara dönüştüğü
gerçeğidir. Giesen’e göre iletişimdeki hızlı
gelişmeler, insanlar, kültürler ve bölgeler arasındaki
mesafelerin giderek
önemini yitirmesi sonucunu uluslarlarası iletişim ve grupların
birbirini
gözleme tarzları öylesine değişmiş ve gelişmiştir ki, bu yeni
koşullar yeni tür
itiraf ritüellerinin gelişmesine yol açmıştır. Giderek
yakınlaşan dünyada artık
“öteki” görülmez yabancılar değildir, aksine
öylesine yakındırlar ki onları
hergün görebilir ve iletişim kurabiliriz.  
Böylece “öteki” ni tanımlamakta kullandığımız tüm
küçültücü eski
klişeler artık kullanılamaz hale gelmiştir. 
Bunun bir sonucu, düşmanı aşağılamadan duyduğumuz onurdan
ya da etnik
saflığımızı sağlamak için başkalarını imha etmek üzerine
oturtulmuş olan şanlı
tarihimizden sözetmemizin artık anlamını yitirmesidir. Ona
göre kültürel
hafızanın yaşaması ancak olayların ağırbaşlı ve ciddi milli bir mesele
olmaktan
çıkıp, tehlikesiz folklor düzeyine aktarılması ile
mümkündür. Hafızanın
edindiği bu yeni biçim, dışarıda bıraktıklarına artık saldırmak
zorunda
değildir, hatta turistlerin ilgisini çekmesi bile muhtemeldir.
Böylece artık
muzaffer olan yerine kurbanın, gelecek yerine geçmişin,
içeridekilerin
homojenliği yerine dışarıda kalanların kader arkadaşlığı, geçmiş
ve gelecek
arasındaki devamlılık yerine tarihsel kesintilere odaklanmak
mümkün olacaktır.

Özür dileme
siyaseninin bu denli yaygınlaşmasının elbette bu izah tarzları dışında
çok
basit bir biçimde açıklanması da
mümkündür. Özür dilemenin sonuçta ciddi
hiçbir
bedeli yoktur. Özür dileme çabalarının çoğu,
hatta hepsi, geçmişte yaşanmış
bazı “kötülüklerin” acısını teskin etmeye yönelik
ucuz çabalardır. Özür dileme
ciddi politik analizcilerin ve gazetecilerin sıkça dile
getirdikleri gibi içi
boş jestler dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu
eleştiri, kendi içinde
ciddi haklılık payı taşısa bile görmek zorundayız ki
özür dileme geleneği
ulusalarrası ilişkilerde yeni standartlar ve yeni normların
geliştirilmesine
katkıda bulunmaktadır. Özür dilemenin
arkasında hangi gerçek olursa olsun, önemli olan bu
akımla birlikte artık tarihle yüzleşme meselesi, yeni
paradigmaların içine
yerleştirilmiştir. 

“Özür
Dileme” örnekleri

1970

Batı
Almanya
Şansölyesi Willy Brandt, eskiden Varşova Gettosu’nun olduğu yerde,
diz çökerek
Almanya’nın soykırımdaki sorumluluğunu, bundan duyduğu suçluluk
duygusunu,
üzüntüyü dile getirdi.

1988,

ABD,
II. Dünya
Savaşı sırasında toplama kamplarında “enterne” edilen Japon asıllı
Amerikan
vatandaşlarından resmen özür dilediği gibi, enterne
edilenlerden halen sağ
olanların herbirine 20’şer bin dolardan toplam 1.2 milyar dolar
tazminat
ödenmeye ve bu kesimin kültürel ve tarihsel meselelerini
kamuoyuna duyurmalarında
kullanılmak üzere 50 milyon dolarlık bir fon oluşturulmasına karar
verdi. 

1993

Güney
Afrika
Cumhuriyeti Başbakanı F.W. de Klerk “apartheid” 
(ırk ayrımı) politikalarından dolayı özür diledi.
Nelson Mandela da
Afrika Ulusal Kongresi tarafından “düşmanlara” karşı
yürütülen katliamlardan
dolayı özür diledi.

 Japonya Başbakanı Tomiichi Murayama
1937’de 200 bin Asyalı kadının Japon askerleri tarafından seks
kölesi olarak
kullanılmasından dolayı özür dilerken, Asyalı kadınlar
için bir de fon kurdu.

İngiltere
Kraliçesi
II. Elizabeth 1863’de Maorilerin topraklarını ellerinden aldıkları
için Yeni
Zelanda hükümetinden özür diledi, 39 bin
dönümlük toprağı Maorilere iade
etmekle kalmadı, ayrıca 112 milyon dolarlık tazminat ödemeyi kabul
etti.

1996

ABD
Enerji Bakanı
Hazel O’Leary 1944-1974 yılları arasında yapılan radyasyon
denemelerinden sağ
kalan son kişiden özür diledikten sonra olaydan etkilenen 11
ailenin sağ kalan
üyelerine 4,8 milyon dolar tazminat ödeneceğini
açıkladı.

1998

Kanada
hükümeti
ülkenin yerlilerine karşı yürütülen geçmiş
politikalardan dolayı resmen özür
diledi.
         
Vatikan,
Nazi
soykırımına sessiz kaldığı için özür
diledi.   

1999

Danimarka
Başbakanı
Poul Nyrup Rasmussen ABD’ye askeri üs açmak için
Grönland’ın yerlileri olan
Inuitleri göçe zorladıkları için özür
diledi.

 2000

Hollanda
hükümeti,
geçmişte verdikleri zararlardan dolayı Yahudiler,
Çingeneler ve
Endenozyalılardan özür diledi ve 180 milyon dolar tazminat
ödemeyi kabul
etti. 

 2002

Belçika
hükümeti Kongo
Başbakanı Patrice Lumumba’nın öldürülmesine karıştıkları
için özür diledi ve
Kongo gençliğine ve demokrasisine adanmış bir fon kurdu.

 Norveç Parlamentosu
II. Dünya Savaşı sırasında ülkeyi işgal eden Alman
askerlerinin geride
bıraktığı 12 bin gayrimeşru çocuğa, yetişmeleri sırasında
ayrımcılık yapıldığı
için tazminat ödemeye karar verdi.


II. GÜN

Türkiye tarihi ile yüzleşmekte neden zorluk
yaşıyor?

İzin
verirseniz bir soruyla başlamak istiyorum: Türkiye neden
geçmişiyle
yüzleşmekten kaçınıyor? Kaçınmak
sözcüğü aslında durumu anlatmakta yetersiz
bile kalıyor. Ermeni soykırımı meselesi açıldığında
Türkiye’nin gösterdiği
direnci anlatmak için kızgınlık ve saldırganlık daha
açıklayıcı bir terim
olabilir belki. Sorunun cevabı ilk bakışta çok basittir.
Türkiye haksız şekilde
suçlandığını düşünmektedir ve bu koşullar altında
savunma pozisyonunda olması
gayet anlaşılır bir durumdur. Ancak meselenin 
kadar basit olmadığını söyleyebilecek güçlü
nedenlerimiz var. Haksız bir
şekilde suçlandığını düşünen bir kişinin,
suçlayan ile yüzleşmesi, kanıtlar
istemesi ve iddialara karşı kendi tavrını koyması beklenir.
Türkiye 90 yıldır
böyle yapmadığı gibi, son ceza kanunu ile konunun tartışılmasını
suç haline
getirmeyi bile planlamaktadır. Bu da durumu anlamak ve
çözüm önerileri getirmek
için konuya daha derin bir bakış atmamızı gerekli kılmaktadır.

Toplumsal Bellek
Yitimi

Türkiye’nin
geçmişe ilişkin tavrını iki biçimde ele alabiliriz.
Önce genel bir gözlemle
başlamak ardından da özel meseleye yani Ermeni soykırımına gelmek
istiyorum.
Türkiye’deki tarih bilinci eksikliği çok çarpıcıdır.
Bu amnesia (bellek
yitimi) durumunu sosyal bir hastalık olarak görmek bile
mümkündür. Üstelik bu
hatırlamada zaaflar gösterme hali sadece Birinci Dünya Savaşı
dönemine ait değildir.
Aynı şekilde 1960’lar ve 1970’ler de uzun bir süredir toplumsal
belleğin dışına
çıkarılmıştır. Geçmişi tartışmaya ilişkin
gönülsüzlüğü anlatmak için
Türkçe’de
bir deyim vardır: “Boşver, takma kafana”. Bu sözcükler,
günlük konuşmalarda sık
sık  kullanılır ve “geçmiş önemli
değildir, geçmişle uğraşmak sağlıklı bir iş değildir” anlamına
gelir. Bunun
ardında yatan nedenlerden biri Anadolu İslamının içine sinmiş
olan kadercilik
duygusudur.  Böylece sadece Ermeni soykırımı
değil (kaldı ki bu Türk kültürel mantığına göre
neredeyse “antik” dönemlerde
kalmış bir olaydır), yakın ya da uzak geçmişte olan herşey
unutulmalıdır.  Türk toplumu unutmaya meyyaldir ve unutmayı
marifet sayar. Bunun Türkiye’nin mevcut problemlerinde
büyük payı olduğunu
söyleyenler şüphesiz haklı olabilirler.
Çünkü Türk toplumu ta ki beklenmeyen
bir patlama veya zorunlu dayatma ile kendisini dayatıncaya kadar mevcut
sorunlarının ne olduğu ve çözümlerinin karşısına
çıkıncaya kadar, mevcut
sorunlarının ve çözümlerinin ne olduğu yolunda kafa
yormak yerine onları
bilinmez bir geleceğe ertelemeyi tercih etmektedir. Türk
kültürüne sinmiş olan
bu herşeyi bilinmez bir geleceğe atma arzuları bir başka tarihsel olgu
ile daha
da pekişmiştir. İmparatorluğun yıkımından sonra kurulan yeni cumhuriyet
kendisine
yeni bir tarih icad etmek zorunda kalmıştır. Bilindiği bir ulusun
inşaası
sürecinde bir parçasına sahip olmak ve bunun içinde
yaşayanların da homojen bir
grup olduklarını iddia etmek gereklidir ancak bunlar yeterli değildir.
Bu
“etno-kültürel” ya da “etno-dinsel” olarak da tanımlanacak
sözde objektif
unsurlara bir de subjektif faktor, yani “kollektif bellek” eklemek
gerekir.

Cumhuriyet: Sıfır
Noktası

Kollektif
bellek, “hayal edilmiş” ulusun ulus-devlete dönüşmesi
için gerekli psikolojik
temeli oluşturur. Kollektif belleğin yaratılmasında, o grubun tarih
içindeki
deneyimlerini yansıtan “ortak bir tarih” in yazılması önemli rol
oynar.  Burada amaç, ulusu oluşturacak grubun üyeleri
arasında geçmiş ortak davranış kalıplarını
sürdürdüklerine dair ortak bir duygu
yaratmaktır. Ernest Renan’ın gözüpek ifadesi ile “bir devlet
sadece geçmişin
deforme edilmesi ile oluşabilirdi. Bir ulusun yaratılması geçmiş
deforme
edilmeden mümkün değildir.” Geçmişin bozunuma
uğratılmasının en bilinen biçimi
ise unutmaktır. Bu görevi yerine getirirken, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucuları
ilave bir sorun ile karşılaştılar. Kemalist kadroların elinde Türk
ulusal
kimliğini oluşturmak ve bu kimliğe meşruiyet kazandırmak için
kendi yakın
geçmişlerini de kapsayan bir geçmiş kurmakta zorlandılar.
Bunun temel
nedenlerinden biri İslam dininin uluslaşmaya izin vermeyen, daha
doğrusu buna
gerek duyurmayan karakteriydi. Bilindiği gibi İslam dini, Osmanlı
imparatorluğunda etnik kimlikler kendilerini İslam dini ile
tanımlayarak,
birarada yaşamalarını sağlamıştı. Hatta bu öyle bir noktaya
varmıştı ki,
İslamın ulusal kimlikler karşısındaki egemen konumu yüzünden,
neredeyse tüm
İslam öncesi Türk tarihi unutulmuştu.  

Yeni
yöneticiler yeni bir Türk tarihi bulmak ya da icad etmek
için Osmanlı’nın altı
yüz yılını atlamak ve çok gerilere gitmek zorunda kaldılar.
Bu nedenle
Cumhuriyetin yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu
yaratmak uğruna yaşanan
Osmanlıyı unutturmak ve Osmanlı ile bağıntılı kollektif hafızayı
yoketmek için
bir çok adım atmak zorunda kaldılar. Örneğin 1928’de Arap
alfabesi yerine Latin
alfabesi getirildi. İzleyen yıl Türkçe’yi yaygınlaştırmak
ve bazı durumlarda
Türkçe sözcükler icad etmek üzere Türk
Dil Kurumu kuruldu. Dilin
Türkleştirilmesi öylesine radikal bir şekilde yapıldı ki,
sonraki kuşaklar
artık 1930 öncesinde yazılmış hiçbir belgeyi okuyamaz hale
gelmişti. Osmanlıca
Cumhuriyet kuşağı için yabancı bir dil haline geldi. Bunun
sonucu geçmişle
bağların artık bu konuyla devletin istediği tarzda ilgilenen tarih
profesörlerinin tanımladığı şekilde kurulması oldu. Bir toplumun
1928’den
önceki tarihiyle bütün ilişkilerini birden koparmış
olmasını kavramak zordur.
Gerçekten de bugün Türkiye’de -Osmanlıcayı bilen
küçük bir azınlık dışında,
hemen herkes aile büyüklerinin, hatta ana-babasının yazdığı
mektupları,
günlükleri bile okuyamaz haldedir. Bu gün Türk
toplumu geçmişi kendi öz
deneyimleri ve sözlü gelenekler aracılığıyla kavramaktan
başka yola sahip
değildir. Türkiye’ye ve Türk insanının geçmişe
yaklaşımına ilişkin bu gözlemler,
her ne kadar Ermeni soykırımı meselesinin Türklerde neden
böyle sinirli bir
tepki yarattığını açıklamakta yetersiz kalsa da, Türklerin
içinde yaşadıkları
sosyal amnesia (sosyal unutma) halini anlamakta yararlı olacaktır. Bu
noktada
Ermeni meselesine ilişkin tepkileri anlayabilmek için başka
hassasiyetlerin
altını çizmek zorundayız:

1. Suçlu bulunma ve/veya
ayıplanma korkusu

Türkiye’nin geçmişi
ile yüzleşmesinin neden güç olduğunu kavramak
için akla gelen ilk neden, suçlu
bulunmak ve bundan dolayı utanç içine girmenin yarattığı
korku duygusudur,
diyebilir miyiz? Sosyolog Ruth Benedict’in dünya
yüzündeki toplumları genel
olarak “suç” ve “ayıp” kültürleri olarak ikiye
ayırdığı bilinir. Benedict’in
yaptığı ayrıma göre “suç kültürleri”
geçmişte yapılan yanlışlıklar üzerine
konuşmaya kendilerini mecbur hissederler, “ayıp kültürleri”
ise geçmişin
yanlışlıkları üzerinde konuşmayı reddederler. Geçmişi
suskunlukla geçirirler.
Türkiye’de bu değer yargılarından hangisi daha ağır basmaktadır?
Araştırılması
gereken ilginç bir sorudur bu. Fakat ister “suç”
kültürünün ister “ayıp”
kültürünün etkisinde olsun, Türkiye’nin şu
anda içinde bulunduğu durumu en
iyi  Nazi kasaplarından Adolph
Eichmann’ın sözleri anlatmaktadır. Bir rahibin onu günah
çıkarmaya teşvik
etmesi sırasında Eichmann, “Olayların üzerinden bunca zaman
geçtikten sonra,
size kalbimde şüphe tohumları yeşertme izni veremem”der. Türk
devleti veya Türk
toplumu da benzer bir sorunla karşı karşıyadır. 
Bir ulusal kimlik-devlet yarattıktan 85 yıl sonra, geçmişin
kabahatlarini
yüklenmek ve bunun maddi-manevi sonuçlarına katlanmanın
bedeli ağır olsa
gerektir. Hele de bu suçun farkına varmak demek, Türk
ulusal kimliğine ve bunun
algılanış biçimine ciddi bir darbe vuracak, hatta yıkacak bir
karakterde ise.
Kısacası Türkiye, Türk toplumunun tarihsel dokusunu
tümüyle tahrip edecek bir
tarihi gerçekle yüzleşmekten kaçınmaktadır.

“Gizli Şiddet”

Bu olguyu, yeniden
Habermas’ın bir teziyle açıklayabiliriz. Habermas, toplumların
sosyal dokuları
ve kurumları içine yerleşik, gizli bir şiddet olgusunun var
olduğuna dikkat
çeker. Habermas bu şiddet sayesinde, toplumun tümü
tarafından benimsenmiş bir
iletişim biçimi yaratıldığını savunur. Bu “kollektif iletişim
tarzı” sayesinde,
hem bazı olguların toplumun dikkatinden kaçırılması başarılır
hem de toplumda
gözle görülmez bazı sınırlamaların yasallaştırılması
sağlanır. Burada önemli
olan nokta, toplumun bu tarzda örülmesinin, yapılanmasının
toplumun
yöneticileri tarafından topluma açık bir biçimde
empoze edilmediğidir. Aksine
bu yapı, yönetilenler tarafından farkına bile varılmadan
içselleştirilmiştir.
Zamanla topluma egemen olan bu iletişim metodu konusunda sessiz bir
konsensus
doğar.  Habermas’ın “gizli şiddet” adını
taktığı bu iletişim metodu sayesinde, toplumun kaçınması istenen
konular sadece
geçmişe havale edilmekle kalmaz, giderek unutulmasının hayırlı
olduğu konusunda
sessiz bir anlaşma sağlanır.

 Freud bu durumu insan psikolojisi açısından
son derece olağan bulur. Ona göre bir insanın hoşlanmadığı bir
fikri ya da
olayı önemsiz bulduğunu söylemesi ve giderek ona karşı
argümanlar geliştirmesi
insan doğasının bir parçasıdır. Bir toplum için de hoş
olmayan şeylerin önemsiz
kılınması ya da onu reddetmesi gayet doğaldır. Bu Ermeni Soykırımı
konusunda da
böyle olmuştur. Nahoş olaylar giderek kamuoyunun gündeminden
“haksız” olarak
nitelenerek dışlanmış, hatta daha ileri gidilerek böyle bir olayın
var olmadığı
ileri sürülmüştür. Soykırımla ilgili olarak
toplumsal düzeyde bir duygusuzluk
hali gelişmiş gibi görünmektedir.

Toplumsal Hafızanın “Kara
Deliği”

Şu ana kadar hep
toplumdaki “iletişimsel gerçeklik”ten söz ediyorum. Eklemek
gerekir ki, bu
iletişimsel gerçeklik toplumuların düşünme ve varoluş
biçimlerini; duygularını
tanımlandığı inanç sistemlerini yani toplumların tüm
sosyal-kültürel ilişkiler
örüntüsünü belirlemektedir. Bahsedilenler ve
bahsedilmeyenler ayırımı
yaptığınızda, bu “iletişimsel gerçeklik”in, topluma has
kollektif bir sır da
yaratmaktadır. Daha doğrusu, “iletişimsel gerçeklik” toplumun
sırlarını örten
bir örtü haline de gelmektedir. Benim düşünceme
göre Ermeni soykırımı Türk
toplumunun bu tarz bir kollektif sırrıdır ve bu soykırım toplumsal
hafızanın
“kara deliğine” yollanmış durumdadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan beri
bu konuda kollektif bir “suskunluk koalisyonu” devrededir. Ara sıra
bizi
dışardan rahatsız edenlere duyduğumuz kollektif toplumsal
öfkemizin bir nedeni
de budur. Kendimiz hakkında, düşünme ve varoluş tarzım
konusunda, bizi bir
yorgan gibi saran, kurduğumuz “iletişimsel gerçeklik” saldırıya
uğramaktadır.

Bugün, eğer Türk
toplumu tarihi ile yüzleşmek zorunda kalırsa, sosyal kurumlar,
zihniyetler,
inanç sistemleri, inanışlar, kültür ve hatta dil de
dahil olmak üzere her şey
sorgulanmaya başlayacaktır. Herşeyin ötesinde, bir toplumun
kendisine ait algılayışı
da sorgulanır olacaktır. Şüphesiz bu sorgulamananın yıkıcı ve
zarar verici
etkileri olacaktır. Bir toplumun 85 yıldır özenle oluşturduğu
sosyal
gerçekliğini bir kalemde yıkmaya hazır olmasını beklemek
açıktır ki kolay
değildir.

 

Ermeni iddialarının ortaya çıkışı

Gerek
Sovyet Ermenilerinin tarihle açık konuşmalarının yasaklanması
gerekse, dünyanın
dört bir yanına dağılan Ermeni toplulukların kendilerini
toparlamalarının bir kaç kuşağa mal
olması, Ermeni soykırımının dillendirilmesini oldukça
geciktirdi. İlk soykırımı
protesto ve tanınmasını isteme eylemleri 1960’lı yılların başlarına
gider. Bu
dalgayı, ASALA terör örgütünün devam ettirmesi
ise asla tesadüfi değildir.
ASALA 1968 gençlik eylemlerinin bir ürünüdür
ve Almanya, İtalya, Türkiye örnekleriyle
kıyaslanarak anlaşılabilir. Adı geçen tüm bu ülkelerde
gençlik hareketlerinin,
“ulusun kurtuluşunu” amaçlayan silahli mücadele
örgütlerini doğurması tesadüfi
değildi. Tüm bu ülkelerde, ulusal kimliğin oluşumu tarihi
büyük ölçüde,
kırılmalar, yenilgiler ve iktidar kayıplarını da içeren
büyük travmalar
biçiminde yaşanmıştır. “Taciz edilmiş” bir tarih ve ulusal
kimlik ortaya
çıkmıştır. Böylesi bir kimliğin önemli
özelliklerinden birisi, kendine olan
güven kaybı ve yaralanmış ulusal onurdur. “Yaralı ulusal onur”un
en negatif
özelliklerinden bir tanesi, sivil davranış normlarının
kabulünde zorlanılması
ve şiddete başvurma yatkınlığıdır.

ASALA’nın terör eylemleri, tıpkı belki
benzeri tüm terör eylemlerinde olduğu gibi, kısa vadede belki
ortada bir sorunun
olduğunu hatırlattı ve sorunu gündeme taşıdı ama uzun vadede
taraflar arasına
aşılması çok zor uçurumlar açtı. Bugün,
Türkiye’nin en “rasyonel” “dengeli”
kurumlarının başında sayılan Türk Dışişlerinin Ermeni soykırımı
meselesinde
kraldan daha çok kralcı olması ancak geçmişte kurban
verdiği mensuplarının
acısı ile açıklanabilir.

 


III.Gün

2. Cezalandırılma korkusu

Türkiye toplumunun
tarihsel gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmasının
ikinci bir nedeni cezalandırılma
korkusu olabilir mi? Kamuoyundaki yaygın kanıya göre “Eğer Ermeni
soykırımını
tanırsa, Türkiye soykırım kurbanlarına toprak ve para tazmininde
bulunması
gerekecektir.” Bazıları için ödenecek tazminatın miktarı
değil, ahlaki boyutu
yıkıcıdır, çünkü suçluluğu kabullenmenin onur
kırıcı birşey olduğu
düşünülmektedir. Fakat belki bundan daha da
önemlisi, Türkiye’nin uğrayacağı
maddi zarardır. “Verilecek tek bir
karış vatan toprağı yoktur ve bir çakıl taşı bile vermeyiz”
sözü Türkiye’de çok
sık tekrarlanan bir ifadedir. Peki gerçek durum nedir? Eğer,
para
meselesi bir yana bırakılırsa, toprak talep edilmesinin veya
verilmesinin yasal
veya gerçekçi bir zemini var mıdır? Bilindiği gibi
Türkiye Cumhuriyeti ve
Ermenistan Cumhuriyeti arasındaki sınırlar, iki ülke arasında
1921’de imzalanan
Moskova ve Kars anlaşmaları kesinleştirilmiştir. Bugün
geçerli olan
uluslararası yasalara göre Türkiye’nin Ermenistan
Cumhuriyeti’ne ait bir
toprağı işgal ettiğini kimse ileri süremez. Yani Ermenistan
Cumhuriyeti’nin bugün Türkiye sınırları içindeki bir
toprak
parçasının kendisine ait olduğunu iddia etmesinin hiç bir
hukuki temeli yoktur
ve böyle bir iddia hiçbir çevre tarafından da
ciddiye alınmaz. Nitekim, konu
hakkında Türkiye’nin hassasiyetlerini bilen Ermenistan, neredeyse
bir ritual
halinde, hiç bir toprak talebinde bulunmadığını tekrar eder
durur. Her
iki tarafın aşırı milliyetçi unsurlarının sık sık (bazen de
kasıtlı olarak) toprak meselesini gündeme getirmesinin
bu nedenle fazla üzerinde durulacak bir boyutu yoktur.

Türkiye maddi tazminat öder mi?

Eğer, sadece içi boş ideolojik bir propaganda
aracı olmak dışında bir işe yaramayan toprak talebi meselesini bir yana
bırakırsak, geriye maddi tazminat ödenmesi meselesi kalır ki, bu
da bir
zamanlar Ermenilere ait olduğu bilinen, ancak
tehcirden sonra başkalarının eline geçen mal ve mülklerin
karşılığı
olarak Türkiye’nin mağdurlara ya da
mirasçılarına belli bir miktarda para ödemeyi göze
alması demektir. Yani
Türkiye’nin geçmişteki haksızlıklarını kabul etmesi aynı
zamanda, bunu telafi
etmek için tazminat ödemeyi kabul etmesi anlamını
taşıyacaktır.

Eğer Türkiye’nin bu
yüzden tarihiyle yüzleşmekten kaçındığını
söylersek, Türkiye’nin asıl derdi,
geçmişte ne olup bittiğinden çok, bunun kabul etmenin
doğuracağı sonuçlardır
diyebiliriz. Ancak durum bu kadar basit değildir.
Çünkü Avrupa Parlamentosu’nun
1987’de kabul ettiği karara göre, Parlamento, 1915 olaylarının
1948 tarihli
Soykırım Sözleşmesinin tanımladığı unsurlara göre soykırım
olarak
tanımlanabileceğini ancak bu tarihsel gerçekliğin tesbitinden
hareket ederek
olanlardan bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin mesul
tutulamayacağını ve ona karşı
ne politik, ne yasal ne de maddi bir talebin ileri
sürülemeyeceğini karara
bağlamıştır. Parlamento konu hakkında daha sonra başka kararlar da
almıştır ama
bunlar yukardaki tutumu esasdan değiştiren kararlar değildir.

Ayrıca Ermenistan
Başkanı Robert Koçaryan Türklerden bu olaylardaki
sorumluluklarını kabul
etmeleri karşılığında herhangi bir toprak ve tazminat talebinde
bulunmayacaklarını, Türklerin bu olaylardan duydukları
üzüntüyü duymakla
yetineceklerini beyan etmiştir. (Koçaryan’ın bu konuda
söyledikleri Agos
gazetesinin 2 Şubat 2001 tarihli 253. sayısında okunabilir.)
Özetle, Türk tarafı, Ermeni hükümetinden toprak ve
maddi tazminat konusunda her hangi bir girişimde bulunulmayacağını
bilmektedir.
Fakat tüm bu verilen sözler Türkiye’yi fazla etkiler
görülmemektedir. Bunun iki
nedeni olabilir, birincisi, Türkiye Avrupa Parlamentosunun ve
Ermenistan
hükümetlerinin verdikleri sözleri yeteri kadar
inandırıcı bulmamaktadır. İkincisi,
Türkiye’nin konuyu tartışmaktan bu kadar kaçınmasının
derinde yatan başka
nedenleri vardır.

Birinci konu için denebilir ki uluslar arası toplum
tarafından bazı ilave garantiler
verilmesi, Türkiye’nin kendini daha güvenli hissetmesini
sağlayabilir ve onun
soykırımı tanıma konusunda adımlar atmasına yardımcı olabilir. Ancak
bunlar
yapılsa bile sorunun halledilemeyeceğini de görmek gerekiyor. Bu
da ikinci
boyuttur ve derki, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmeye hazır
olmamasının nedeni tazminat ödemek korkusu değildir ve ortada
irdelenmeye
muhtaç bazı başka nedenler de vardır. Bunlara “ahlaki nedenler”
adını
verebiliriz. 

 3.
Post-travmatik şok ve geçmiş korkusu

Ortada Türkiye cephesinden yapılan ve “ahlaki” olarak
niteleyebileceğimiz
bir dizi itiraz vardır ve bence bunlar yukarıda saydığım nedenlerden
daha
önemlidir. Bunlardan biri post-travmatik şok (travma sonrası şok)
ve bununla
yüzleşmenin zorluklarına dairdir. (Bu konuyu tartışırken
kullanacağım
“kollektif travma” terimi gerek tanım gerekse değişik olaylara
uygulanabilirliği açısından çok tartışmalı bir terimdir,
ancak buna rağmen
böyle bir terim olmadan olan biteni açıklamak da zor
görünmektedir.) Bir diğer
önemli neden,Cumhuriyetin kurucu kadrolarından bazılarını,
kahramanlar olarak
değil de aynı zamanda hırsız ya da katil olarak tanımlamak tehlikesinin
mevcudiyeti gelir. Üçüncü önemli neden de,
toplumun bu
“suçluluk-savunma-özür” meselesinin nereye kadar
gideceği, bu işin sonunun
nereye varacağına ilişkin taşıdığı endişelerdir diyebiliriz.

 İmparatorluğun en uzun yüzyılı

Kanımca, Ermeniler
Türk toplumuna, tarihlerindeki en travmatik olay olan Osmanlı
İmparatorluğunun
yıkımını hatırlatan bir sembol gibidirler ve Türklere sürekli
olarak bu kötü
tarihi çöküşü anımsatmaktadırlar. Konuyu biraz
daha açmak istiyorum. Bilindiği
gibi, üç kıtaya yayılmış büyük Osmanlı
İmparatorluğu son 150 yılında bir
çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez
savaşlar, yenilgiler ve büyük insan
kayıpları İmparatorluğun devamı konusunda derin endişeler yaratmıştı.
Bu
yokolma korkusunun ne kadar yoğun olduğunu anlamak için sadece
1870-1920
yılları arasında imparatorluğun topraklarının yüzde 85’ini,
nüfusunun ise yüzde
75’ini kaybettiğini hatırlamak yeterlidir. 
Bu süreç boyunca, imparatorluğun yıkılmasını önlemek
için yapılan her girişim
başarısızlıkla sonuçlanırken, yönetici elit,
bütün bu olanlar bitenlerden
Emperyalist güçleri sorumlu tutmak eğilimindeydi. Onlara
göre büyük
devletler  Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak
ve onurunu ayaklar altına almak için sistematik bir çaba
içindeydiler.  İmparatorluğun yönetici sınıfı o
yıllarda,
artık tarihin dışına itildiklerini, artık “hiç kimse” haline
geldiklerini ve
Emperyalist güçler ve Anadolu’da yaşayan diğer etnik-ulusal
gruplar tarafından
yokedilmeye çalışıldıklarına çok güçlü
biçimde inanıyorlardı. Kısaca devletin
toptan imhası ile karşı karşıya olduklarını
düşünüyorlardı.

Bu zihniyet
atmosferinde, yeni Türk devletinin kurucu kadroları, Cumhriyetin
kuruluşu ile
birlikte geçmişin bu karanlık sayfalarını kapattıklarını
yaralarını sardıklarına
inandılar. 1923 onlar için yepyeni bir başlangıç, bir
çeşit sıfır noktası oldu.
Bu yüzden de, “sıfır noktası”ndan önceki o sıkıntılı yılları
anımsatan
herşeyden ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediler.
Cumhuriyetin ilk
yıllarında üzerinde konuşulmaktan hiç çekinilmeyen
bir konunun zamanla bir tabu
haline dönüştürülmesinde bu noktanın
büyük bir önemi olsa gerekir. Eğer bir
benzetme yapmak gerekirse, Türk toplumu kendini, küllerinden
doğan Zümrüdi Anka
Kuşu gibi gördü. Ermeniler de sanki onların içinden
doğdukları “külleri”
sembolize ediyordu. Cumhuriyet, Türkler için,
İmparatorluğun yıkıntıları
üzerinde yükselen, düşmanları tarafından bile saygıyla
karşılanan kollektif bir
projenin ahlaki zafer abidesi gibiydi ve bu haliyle daha önce
yaşanmış yenilgilerin
ve ölümlerin merhemi gibiydi. Bu arka plan bilgisiyle,
Cumhuriyetin neden daha
önceki dönemlere ilişkin fazlaca konuşmak istemediğini
anlamak mümkündür.

Psikoloji bilminden
biliyoruz ki, hasta olan kişi, hastalığa sebep olan travma ile
yüzleşmek için gereken
duygusal esneklikten uzaktır. Bu durum, kollektif kimliklerde de aynen
bireylerdekine benzer bir seyir izler. Tarihinde büyük bir
travma yaşamış ama
bu travma ile yüzleşme cesaretine sahip olmayan; hatta onu
bastırmayı ve
unutmayı tercih eden bir toplumun bireylere benzer bir tepki verdiğini
söylemek
mümkündür. Bana göre Türkiye, bu türden
bir sosyo-psikolojik bir sorun
yaşamaktadır ve bu sorunun tek çözümü,
Türkiye’nin geçmişi ile doğrudan
yüzleşmesi ve tarihi üzerine açıkca konuşmasıdır.
Türk toplumu, geçmişisiyle
yüzleşemediği ve travmanın anılarını tutarlı bir tarihsel anlatı
içine
yerleştiremediği sürece iyileşemiyecektir.

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün tutumu

1915 te
yaşananın bir toplu kıyım olduğu gerçeği, o dönem yaşayan
herkes tarafından,
hatta Kurtuluş savaşı önderleri tarafından da aynen kabul
ediliyordu. M.
Kemal’in Ermenilere yapılanları “alçaklık”, “vahşet” olarak
tanımladığı,
katliam olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. (Bu dönemde
jenosit
terimi kullanılmadı çünkü bu terim çok sonra
II. Dünya Savaşı’ndan sonra
kullanıma girdi.)  Eylül 1919’da Sivas’ta
M.Kemal’i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, Mustafa Kemal
için,
“Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu“ diyordu. M. Kemal’e
göre,
“Ermenilerin katledilip sürülme­le­ri
hükümeti ele geçiren küçük bir
komitenin
ese­ri”ydi. (Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3,
s.179) Yine
aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta
“Hiçbir yayılma
planımız yoktur… Ermenilere karşı
yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz”
der.­ (Bilal
Şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara
1973) Kazım
Karabekir’e 6 Mayıs 1920’de çektiği telde, Karabekir’in, yeniden
bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her
türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir,
İstiklal Harbimiz, s.
707) 24 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmada, 1915’te Ermenilere
yapılanları,
“fazahat” (alçaklık) olarak tanımlar. vb. vb.
(Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli
Oturumlarındaki Konuşmala­rı, Cilt I, s.59)

O yıllarda, Ermenilere yönelik yapılanların bir katilam
olduğu tartışma konusu bile değildir, hatta suçluların
cezalandırılması
gerektiği açık olarak savunulur. 1919 Eylül’ünde,
İstanbul’daki Ali Rıza Paşa
Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına
yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal’in (Heyet-i
Temsiliyenin)
“Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden
kurtulamayacakları”, yolunda bir açıklama yapmalarını ister.
Cevabi yazıda M.
Kemal, ”harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp
tecziyesi, vatanımızda
mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan
olduğunu, kanun devrinin tamamen
bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek
ehassi
amalimizdir“ der. Üstelik bu cezalandırmanın, “birçok
münakaşalara sebep
olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade
bilfiil
tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli“
gördüğünü ekler. Yani
M. Kemal’in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam
amaçlı değil,
somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar,
Vesika 141-2,
s. 164-6)

Kırım
suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele
alınır. Görüşmelerde üçü
açık ve imzalı, ikisi gizli ve imza­sız beş protokol karara
bağlanır. 21 Ekim
1919 tarihli birinci protokolde, 
“İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar
uyanması,
hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır…Tehcir
dolayısıyla
irtikabı cürmedenlerin kanunen mücaza­tı adlen ve
siyaseten elzemdir“ denir.
Üçüncü protokol yapılacak seçimlere
ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle
aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi
gerektiği konusunda
anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere
müdahele hak­kını
kendisinde saklı tutar. “İçtima edecek heyeti meb’usan meyanında
şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir
ve taktil mesailile ve
menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile
lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından
bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba
tevessül edilebilir.“ (Nutuk, Cilt
III, Vesika 159-160, s. 193-4)

Yorumlar kapatıldı.