İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`İyi Türkler´ dünyaya karşı

Eski düşmanlıklarla, bazen açık bazen çekinik biçimde varlığını sürdüren Yahudi düşmanlığı, AB-ABD düşmanlığıyla harmanlanıyor

2005-03-27

AYŞE HÜR

Son günlerdeki antisemitizm, faşizm ve ırkçılık tartışmaları Aziz Nesin’in “Ah Biz Eşekler” adlı kitabındaki öyküyü hatırlatıyor. Kurdun gelmesini hiç istemediğinden, kendini sürekli kandırmaya çalışan bir eşek, “Şu karşımda gördüğüm yaratık kurt değildir inşallah. Canım, ne diye kurt olsun? Belki devedir, belki fildir, belki de başka bir şey, belki de hiçbir şeydir. Ben de her şeyi kurt görmeye başladım…” diye söylenip dururken, kurdu kuyruğunun dibinde buluverir birden. Ortada endişe edilecek bir şey var mı, yok mu sorularına yanıt olur umuduyla örnekleri artırmayı düşündüm.

Sahalardan bir örnekle başlayalım: 23 Ocak 2005’de yapılan Kayserispor-Mardinspor maçında seyirciler Kayserispor’un İsrailli futbolcusu Pini Balili aleyhine tezahürat yaptılar. Sloganların bir kısmı Yahudiliğe sövme şeklindeydi. Bu olay Nisan 2002’de Haim Revivo’nun başına gelenleri anımsatıyordu. Bilindiği gibi Aydınlık gazetesi Revivo’nun “Yahudi asıllı Dişişleri Bakanı İsmail Cem tarafından Türkiye-İsrail yumuşamasına katkıda bulunmak üzere tezgahlandığını” iddia etmişti, seyirci de mesajı almıştı.

Vakit gazetesinin 17 Ağustos 2004 tarihli baskısında Abdurrahim Karakoç şöyle diyordu: “Dünya kamuoyunda ‘ırkçı, sadist, canavar’ olarak takdim edilen Adolf Hitler’in basiretine hayran olmamak elde değil. Hitler bugünleri görmüş ta o zaman. Dünyanın başına bela olacaklarını bildiği içindir ki, ırkçılığı din gibi algılayan, yeryüzünü kana bulamaktan zevk alan hokkabaz Yahudileri temizlemiş. Uzağı gören ikinci adam ise Usame bin Ladin’dir.” (Gazetenin bu haberi Simon Wiesenthal Center adlı insan hakları örgütü tarafından kınandı. Gazetenin Almanya’da basımı ise geçenlerde yasaklandı.)

23 Nisan 2004’de Avusturya-Türkiye İslam Birliği (ATİB) genel kuruluna katılmak üzere Viyana’ya giden Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ATİB mescidinde cuma namazını kıldırdıktan sonra verdiği vaazda, “Hazreti Musa’nın İsrailoğullarını birçok musibetten korumak için gönderildiğini, ancak İsrailoğullarının hiçbir zaman peygamberlerinin kıymetini bilmediklerini” ifade ederek resmi düzeyde İslam’ın Yahudilere bakışını ifade etmişti. Bu cesaretle olsa gerek Mahmut Toptaş, 31 Aralık 2004 tarihli Milli Gazete’de “Dışişleri Bakanı Abdullah Gül işgalci, eli kanlı katil, İsrail Başbakanı’nın yanına giderken, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler hakkında haber verilenleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mealinden okur ümidi ile” bazı ayetlerin listesini sundu. Buna göre Maide suresinin 82. ayetinde “Elbette mü’minlere karşı düşmanlıkta insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve bir de müşrikleri bulacaksın” denirken, Nisa suresinin 160. ayetinde “Yahudilerin zulmü ve Allah yolundan birçok kimseyi alıkoymaları sebebiyle, onlara helal kılınan güzel ve temiz şeyleri haram kıldık” deniyordu. Listede başka örnekler de vardı. Bunları okuduktan sonra 15 Kasım 2003’te sinagog katliamlarını düzenleyenlerden Nurullah Kuncak’ın ailesinin Milliyet’ten Elif Korap’a “Evde büyük tepki olmadı. Çünkü Yahudilere yapılmıştı. Zaten Kuran-ı Kerim’de ‘Yahudileri dost edinmeyin’ diyor. (Yahudileri) Pek sevmezdik. Pek değil, hiç sevmezdik… Sevinç demeyelim ama memnuniyet oldu” diye cevap vermesine şaşırmak mümkün mü?

24 Haziran 2004 tarihli Akşam’da, liberal yazar Şakir Süter, “Musevilere son avans” başlıklı yazısında “Türkiye’de Musevilerin yeminli düşmanları vardır. Yeminli değilse bile dostları da az değildir. Musevileri sevip beğenir, takdir ederler… Tarihten gelen ortak acı ve sevinçlerimiz de vardır. Bugün ‘VAR-DI’ demenin arefesine gelmiş bulunuyoruz. Ya üstüne ‘çizik’ atacağız bu dostluğun. Ya da bıraktığımız yerden buruk da olsa devam edeceğiz yola” dediğinde Şaroncu politikaları değiştirme gücüne sahip olmayan Türkiye’deki 25 bin Yahudi vatandaşımızın nasıl tedirgin olduğunu tahmin etmek de zor olmamalı.

Kürtlere gözdağı

Serdar Turgut, yayın yönetmeni olduğunda, Akşam gazetesini “milliyetçi ve muhafazakâr” bir yayın çizgisine getireceğini söylemişti. Bunun nişanesi olarak da ASAM Vakfı Başkanı ve MHP genel başkan adayı Prof. Ümit Özdağ’ı kadrosuna kattı. Kerkük konusundaki dehşetengiz planlarını Radikal’de Neşe Düzel’in röportajından okuduğumuz Akdağ, 4 Mart 2005 tarihli makalesinde, Kürt meselesi ile Hitler faşizmi arasında tüyler ürpertici bir paralellik kurdu. Akdağ’a göre, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanlara dayatılan Versailles Anlaşması’nın Hitler tarafından Yahudi komplosu olarak değerlendirilmesi, nasıl II. Dünya Savaşı’na yol açmışsa, 1984-1997 arasında PKK terörüne karşı verilen savaşın devletçe kazanılmasından sonra, “halkın terör örgütünü artık dağda değil, günlük yaşamında mafya, kapkaççı, değnekçi olarak görmeye başlaması” da benzer bir sonuç yaratabilirdi!

Nitekim Yeni Çağ’dan Durmuş Hocaoğlu, Kürtlere, “Akıllar başlara devşirilmeli ve kimin adamı olduğu meçhul karanlık eşhasa yüz verilmemelidir. Aksi takdirde ne sosyolojik Türkleşme, ne evlilik, etnikçiliğin açtığı yarayı kapatmaya kifayet edebilir. Aksi takdirde, Siyon Protokolleri’nde yazdığı gibi, kan gövdeyi götürür; kardeş kardeşin kılıcıyla düşer” dedikten sonra “Devleti ve vatanı müdafaa etmek için her şey caizdir, mübahtır ve meşrudur. Ve dahi bilinmelidir ki, her şey demek her şey demektir” diye gözdağını vermişti bile. Akdağ’a göre, Kürt kökenli işadamları zenginliğin zirvesine hızla tırmanırken, birilerinin sürekli “Güneydoğu fakir ve geri kalmış” diye bağırdığını gören aydınlardan çok sert bir tepki yükseliyordu. Hitler’i okuyanların, “arkadan hançerlendiklerini düşünen” okumuş, orta sınıftan “iyi Türkler” olduğunu belirten yazar, bu durumun “Türk Miloseviçleri”nin çıkması için uygun psikolojik ortamı yarattığını, adeta tehdit makamında hatırlatmayı da ihmal etmedi.

Şimdi bu yazıları okuduktan sonra rahat olmak mümkün mü? Elbette “Kavgam”ı ya da “Siyon Protokolleri”ni her okuyan faşist ya da antisemit değildir. Ancak, kendini “ötekiler” ile bir ölüm kalım savaşında sanan “iyi Türkler” arasında yabancı düşmanlığının giderek güçlendiğini, hatta bunun bazı durumlarda ırkçılıkla flört ettiğini fark etmemek için kör olmak lazım. Uluslararası hukukun gerektirdiği azınlık haklarını tanımamak için Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdiğimizi itiraf ederek “asli unsur” ilan etmek zorunda kaldığımız Kürtlerin giderek marjinalize edilmesi ve adlarının sadece Kuzey Irak, PKK ve mafya ile birlikte anılmaya başlaması bu sürecin bir parçası.

Pek sempati duyulmadığı belli olan Kürtleri yine sempatik bulunmadığı belli olan Yahudilerle ilişkilendirerek çifte kavrulmuş bir düşmanlık üretildiğine dair örnekleri hatırlayalım. 18 Şubat 2004 tarihli Hürriyet’te, Ahmet Uçar adlı tarihçinin, Osmanlı arşivlerinde, 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul’dan Selanik’e, oradan da Hahambaşılığı’nın özel ricasıyla Kudüs’e sürgün edildiğine dair bir belge bulduğu haberi, “Barzani ailesinin Yahudi olduğu ortaya çıktı” başlığıyla duyurulmuştu. İşin aslı başkaydı ama daha önce keşfedilen “Bedirhanlar’ın Yahudi olduğu” gerçeği (!) ile bunu birleştirince, “iyi Türkler”in kafasında, Bağımsız Kürdistan’ın bir “Yahudi komplosu” olduğu, kurulacak devletin “Küçük İsrail” olacağı paranoyasını doğurmak ve böylece Irak Kürtlerinin en meşru taleplerini Türkiye’nin bütünlüğü için tehlike olarak görmek hiç de zor olmadı.

Bitmeyen kimlik oluşumu

Bilindiği gibi 1800’lerin ilk çeyreğinden başlayıp 1919’a kadar süren büyük ricat Türk kimliğinin temel kurucu unsurlarını derin bir travmaya sokmuştu. Dünyayı “biz” ve “düşmanlar” diye algılamaya başlayan kurucu unsurlar için düşman ilk zamanlarda Batı ile elele vererek imparatorluğu yıkmaya çalıştığını düşündüğü Araplar, Ermeniler ve diğer gayrimüslümlerdi. 1925’lerden sonra buna Kürtler eklendi. (Aleviler zaten Yavuz Selim’den beri “öteki” idi.) Halbuki azınlıklar meselesi sırf yabancıların kışkırtması sonucu ortaya çıkmamıştı. Tebasını Batı’da ortaya çıkan eşitliğe dayalı müreffeh bir toplum düzeninde yaşatmak için gerekli reformları bir türlü gerçekleştiremeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması mukadderdi. Çünkü “milliyetçilik çağı” diye adlandırılan o dönemde, farklı dil ve etnisiteye sahip her topluluğun devlet kurma hakkı meşru görülüyordu. Ama bunu (Sünni) Müslüman-Türk kurucu kimliği bir türlü kavrayamadı.

Bugün, eski düşmanlıklarla, bazen açık, bazen çekinik biçimde varlığını sürdüren Yahudi düşmanlığı ve son dönemin ürünü AB-ABD düşmanlığı harmanlanıyor ve komplocu paranoyak haleti ruhiye meydana çıkıyor. Geçmişin şanlı tarihi ile “başına çuval geçirilen” bugünün dünyası arasında sıkışmış olan Müslüman-Türk kimliğinin bulduğu panzehir ise rasyonel temelleri olmayan aşırı bir büyüklenme duygusu oluyor. Geçenlerde HaberTürk’te, soldan sağa uzanan yolculuğunda yeni bir dönemeç aldığı anlaşılan şair İsmet Özel’in “Allah, Türk milletini diğer milletlerden üstün yarattı” dediğine şahit olduk. Bir süredir Yahudi’den, Ermeni’den, Rum’dan, Arap’tan Kürt’ten üstün olduğu vehmine kendini iyice kaptıran “iyi Türkler”, şimdi de dünyadaki herkesten üstün oldukları düşüncesine doğru kanat açmış giderken, hâlâ “kurt değildir” diye mırıldanıyor olmayalım?

Yorumlar kapatıldı.