İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Devletin kimliği ittihatçılık mı?

Etyen Mahçupyan

Cumhuriyetin İttihatçı gelenekten bir kopuş olduğuna dayanan anlayış, tarihsel gerçekler karşısında fazla yol alabilecek bir tez değil. Çünkü İttihatçılar Cumhuriyet Meclis ve hükümetlerinde sadece parlamenter ve bakan olarak yer almakla kalmadılar; ulaştırma ve posta gibi devlet kurumlarında yıllarca tekel kurdular ve en önemlisi bazı devlet kurumlarını kendi ideolojileri etrafında biçimlendirdiler. Söz konusu kurumların en kritik olanları ise Vakıflar İdaresi ve Yüksek Yargı oldu… Nitekim İttihatçılığın temel politikası olan Türk kimliği etrafında toplumun homojenleştirilmesi ve vatandaşlığın ‘millet-i hakime’ anlayışına yedirilmesi bu kurumlar sayesinde hayata geçirildi. Böylece bir taraftan eşit ve modern bir vatandaşlık kimliği varmış gibi yaşanırken; aynı süreç içinde Gayrımüslimlerin azaltılmasına ve mal varlıklarına el konmasına yönelik sistematik bir uygulama da hukuk tarafından korunarak yürütüldü. Bizzat Yargıtay’ın 70’li yılların başında Gayrımüslimleri ‘yerli yabancılar’ olarak tanımlayan kararı ise, Türkiye’de vatandaşlığın nasıl kendi içinde sınıflara ayrıldığını göstermesi açısından epeyce öğreticiydi…

Bugün de Türkiye’nin ‘çağdaş’ bir cumhuriyet olabilmesinin önündeki ana engellerden biri, gayrımüslim politikası. Türkiye hala aynı İttihatçı anlayışı sürdüren kurumlar sayesinde, kendini dünya önünde afişe etmeyi sürdürüyor… Bilindiği gibi olayın dayanağı 1934 yılında Gayrımüslim vakıflardan alınan gayrımenkul beyanlarının sanki birer vakıf senediymiş gibi muamele görmesi ve sanki bu vakıf senetlerinin başka mal edinme izinleri yokmuş gibi davranılması. Hukukun böylesine çarpıtıldığı az örnek olmasına rağmen, Vakıflar İdaresi, yargının da desteğiyle ne yasal ne de meşru olan bu uygulamayı ısrarla sürdürmekte. Müsadere yoluyla ganimet elde etme mantığının resmileşmesini ifade eden söz konusu çabalar, bugünlerde AB sayesinde yeni bir süzgeçten geçiyor. Ancak Vakıflar Genel Müdürü’nün son beyanatları el konmuş yaklaşık bin gayrımenkulun iade edilmek istenmediğini ortaya koymakta. Gerekçe ise bu vakıfların devlet veya özel şahısların elinde olması… Kısacası durum epeyce gülünç: Devlet gayrımeşru olarak el koyarak uhdesinde tuttuğu veya özel şahıslara devrettiği gayrımenkulun, tam da kendi uygulaması nedeniyle iade edilemeyeceğini söylüyor… Bunun anlamı İttihatçı siyaset geleneğinin, yani evrensel hukuku gözardı ederek devlet politikası yürütme anlayışının devam ettiğidir.

Geçenlerde yaşanan son bir örnek, İttihatçı bakışın ‘iyiniyet’le olan uzlaşmazlığını sergilemesi açısından da önemliydi: Yedikule Surp Prgiç Hastanesi Vakfı’na ait olan bir bina 1 Mart günü İstanbul Defterdarlığı tarafından ihaleyle üçüncü şahıslara satıldı… Bina 1952 yılında vesayet yoluyla Vakfa geçmiş ve tapu sicili yapılmış olmasına rağmen; 1992 yılında Maliye Bakanlığı’nın dava açması sonucu tapu kaydı iptal edilmiş, temyiz itirazı da Yargıtay’dan dönmüştü. Düşünün ki bütün bunlar azınlık vakıflarının iadesi için envanter çalışmalarının yapıldığı bir süreçte, ‘yangından mal kaçırma’ usülüyle yapılıyor ve devlet eski mal sahibinin mirasçısının olmadığından hareketle vakıf malını satıyor…

Dahası her nedense devlet bu tür davaları ve satışları sadece mirasçısı olmayan mülklere ilişkin uygulamakta. Yani ortada genele uygulanan bir hukuk anlayışı yok… Kısacası sadece el konabilecek mülklerin peşinde olan bir devlet var. Gayrımenkullerin vakıflardan alınıp Gayrımüslimlere verilmesini de sakıncalı bulan; onları vakıflarda tutup fırsatı çıktığında müsadere eden bir zihniyet… İttihatçılık eskiden de buydu, hala da fazla değişmedi…

13 Mart 2005, Pazar

Yorumlar kapatıldı.