İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yabancılardan misyonerlere

Etyen Mahçupyan

Türkiye’de topluma yapılmış en büyük kötülük, tarih alanında bilinçli bir cehaletin kurumsallaştırılmasıdır. Bu durum sadece tarihsel verilerin hayali hikayelere oturtulması ile sonuçlanmamış; tarihe bakma biçimini güdükleştirip, tarihin yerine de ‘kanaati’ oturtmuş durumda. Bir misal gerekirse, Osmanlı’nın son dönemi ve bu arada çıkan azınlık meselesi, her şeyin uyumluluk içinde yaşandığı bir dünyada yabancıların nifak sokması, kışkırtması ve azınlıkları milliyetçi bir çizgiye itmesiyle açıklanabiliyor.

Dahası bu görüşün kanıtı olarak da Türkiye’nin siyasi gündeminde belirleyici olmuş insanların yaptıkları değerlendirmeler kullanılıyor. Diğer bir deyişle siyasetçinin ‘tarihçi’, siyasetçinin kanaatinin ise bizatihi ‘tarih’ olduğu sanılıyor. Oysa ‘tarih’, siyasetçinin söylediklerini niçin söylemiş olduğu sorusunu sormamızla başlar. Bu nedenle de örneğin Nutuk bize tarihin gerçekten de nasıl yaşandığını söylemez; önemli bir tarihsel öznenin tarihsel olayları nasıl yorumladığını gösterir…

Gerçekten anlamak gibi bir derdimiz varsa, Osmanlı’nın Batı’dan yansıyan eşitlik ve özgürlük idealleri karşısında nasıl çaresiz kaldığını; bu dönemin genel kabullerinin farklı dil ve etnisiteye sahip her topluluğa devlet kurma meşruiyeti sağladığını; bunu engellemek isteyen Osmanlı’nın aynı reformları yirmi yılda bir neredeyse kelimesi kelimesine aynen yapmaya soyunup başaramadığını analizin arka planına oturtmamız gerekir. Ayrıca Birinci Dünya Savaşına İttihatçı kadronun sürükle(n)mesi nedeniyle toplumun rızasına aykırı olarak girildiği gibi genel yargılara da kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Çünkü dönemin gazeteleri izlendiğinde, Savaşın kamuoyunda -kaybedilmiş toprakları geri alma umudu içinde- büyük bir coşkuyla karşılandığı görülür. Kısacası Osmanlı son ana kadar kendisini millet-i hakime olarak gören, bunu her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan ve kendi nüfuzunu bütün etnisiteler üzerinde baskın kılmaya çalışan bir siyasetin takipçisi olmuştur. Yaşanan ‘trajik olayları’ kavramak istiyorsak, işin bu veçhesini temel almak zorundayız. Aksi halde 1908’de tüm Anadolu kentlerinde müslim ve gayrımüslimlerin bir arada ve büyük bir coşkuyla Meşrutiyet’i kutlamalarından henüz bir yıl bile geçmeden on binlerce insanın öldürülmesini anlamlandıramayız.

Tarihe bir bütünlük içinde bakamadığımız ve sürece yaptığımız etkiyi anlamadığımız zaman ise, kendimizi steril bir ‘iyilik dünyası’ olarak kalıplaştırır; her türlü melanetin dışardan geldiğini düşünmeye başlarız. Bu bakış bugün de hükmünü sürdürmekte… Kürtlerin ve Alevilerin ‘azınlık’ olarak adlandırılması, birçoğumuza göre Batı’nın kadim nifak siyasetinin uzantısı. Yüzyılların biriktirdiği sorunları görmezden gelen, yokmuş gibi davranan, tezahürlerini ise birer asayiş meselesi olarak tanımlayan bizlerin bu işte hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi… Oysa durum Osmanlı ile tam bir paralellik çizmekte: Dünyanın zihni algılamasına ve bunun gereği olarak ortaya çıkan hak ve özgürlük anlayışına uymakta zorlanan bir devlet; bu devletten talepkâr olan kesimler; ve söz konusu kesimlerin haklarını gündeme getiren bir Batı.

Sorun, bugüne bile ancak tarihi çarpıtarak anlam verilebilmesidir. Böylece misyonerler Batı’nın yeni nifakının taşıyıcılarına dönüşmekte; başarıları para dağıtmaları ile açıklanarak da vicdanlar rahatlatılmaktadır. Çünkü şimdi misyonerlerin başarısı kendi zaafınızı değil, ötekinin ahlaksızlığını ima ederek, üstünlük duygunuzu beslemektedir. Bu ise gerçeklerden kaçışı hızlandıran, hayali bir bugünle hayali bir tarihi bütünleştirdiği ölçüde, sadece uyumsuzlukların ve sorunların derinleşmesine neden olan bir ruh halidir.

Yorumlar kapatıldı.