İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

En büyük ikinci engel

Gündüz Aktan

AB üyeliğimizin önünde en büyük engel olarak liberal aydınları gördüğümü çeşitli kereler yazdım. Burada bir çelişki var. Liberal aydınlar, eski sol kariyerlerinden farklı olarak, AB üyeliğini en güçlü biçimde isteyen toplum kesimini oluşturuyorlar. Büyük sermaye ve medya tarafından da destekleniyorlar. AB üyeliğini isteyen herkes gibi onlar da, bir türlü sorunlarını çözemeyen Türkiye’nin gelişmesini bu yolla sağlamayı amaçlıyorlar. Ama asıl amaçlarını, geçmişte kendilerine çektiren devleti, AB’nin yardımıyla kurulacak radikal demokrasi vasıtasıyla ‘ehlileştirmek’ oluşturuyor.

Bu varoluşçu amaç öylesine güçlü ki AB üyesi olmamız için liberallerin ödemeyeceği bedel yokmuş gibi görünüyor. Kıbrıs’ta Annan Planı’nı ilk versiyonundan itibaren desteklediler. Şimdi de Papadopulos’un tanınma talebine sıcak bakıyorlar. Yarın, Ege konusunda Lahey’e gitmekten vazgeçen Yunanistan’ın olası kaprislerini hoş karşılayabilirler. AB’nin azınlık adına istediklerini aynen yerine getirmekten yanalar. Ermeni soykırımı iddialarını dolaylı bir dille kabul etmeye başladılar bile.

Dış politikanın doğası gereği büyük mücadele ve müzakere konusu olan bu ihtilaflarda karşı tarafın görüşleri, ‘ne pahasına olursa olsun AB üyeliği’ mantığıyla kabullenilirse, karşımızdakiler tutumlarını daha da ileri götürme eğilimine girmekten kaçınamazlar. AB üyeliği için her bedeli ödemeye hazır liberallerin bu tutumu, Türkiye’den yerine getirilmesi imkânsız bedeller istenmesine yol açarak, üyeliğimizin önünde en ciddi engeli oluşturuyor.

Diyelim ki bir mucize oldu ve biz Kıbrıs, Ege, Ermeni meselesi ve azınlık konularını aştık ve AB ile teknik müzakerelere başladık. Bu defa hiç hesapta olmayan bir başka ama eşit önemde bir engelle daha karşılaşacağız: Bürokrasimizin içinde bulunduğu durum.

AB üyeliği için yapılması gereken işlerin çok büyük bölümü bürokrasiye düşüyor. Bürokrasi, AB standartları denen ve sosyoekonomik yapımızın tüm kesimlerine yayılacak olan önlemleri uygulayacak. Yargı da bu standartlara ilişkin ihtilafları çözecek. Bu açıdan, başmüzakereci seçimi veya AB ile iyi müzakere edilmesi çok daha az önemli bir sorun olarak görünüyor.

Bürokrasi ve yargı, bizden çok daha ileri ülkelerde asırlar boyunca bilgi birikimi ve mücadelelerle geliştirilmiş, henüz tam gelişmemiş bir ekonomi için olağanüstü maliyeti olan, ama topluma çağ atlatacak bu standartları uygulamak ve denetlemek yeteneğine nasıl sahip olacak? Liberaller ‘devlet’ eleştirisi bağlamında bu sorunu tamamen atlıyorlar.

1999 Helsinki zirvesiyle birlikte başlayan adaylık sürecinde bize çok az hibe yardım yapıldığı doğru. Ancak biz de AB’nin kredi imkânlarından yeterince yararlanamadık. Bunun nedeni bürokrasimizin proje hazırlama yeteneğine sahip olmaması. Bu, aslında gümrük birliğine girdiğimiz zaman da bir sorundu. Hâlâ yeterli kapasite oluşturulmadı.

Sn. Başbakan sık sık ‘bürokratik oligarşi’den şikâyet ediyor. Bu, daha ziyade özelleştirmeyle ilgili. Asıl sorun demokrasiye girdiğimizden bu yana bürokrasinin partizanca doldurulması ve kullanılmasından kaynaklanıyor. Bu hükümet de bu açıdan kendi hatalarını yaptı. İşbaşına getirdiği bürokratların hızlı tren ve enerji konularında neler yaptıklarını görüyoruz. Göremediklerimiz de cabası.

Bürokrasiyi düzeltmek için öngörülen reformlar temel sorunu gözden kaçırıyor. Hiçbir reform memur kalitesini yükseltmenin yerine geçemez. 1868’de modernleşme sürecini başlatan Japonlar, 1890’larda temeli hâlâ değişmeyen iki yasa çıkardılar: Biri sınavsız memur alımını, diğeri de politikacının bürokrasiyi etkileme girişimlerini yasaklıyordu. Japon ekonomisi deha düzeyinde bürokratların yönetiminde gelişti. Japon siyasi sınıfı, bu bürokratların görevlerini yaparken siyaset tarafından etkilenmemesini temel amaç olarak benimsedi. Orada soyut ‘devlet’ ve ‘bürokratik oligarşi’ tartışmaları olmadı.

İki asır gecikmeyle de olsa, benzer bir bürokrasi reformu yapamazsak, AB’ye giremeyiz.

Sarkozy ve Merkel’in endişelenmesi için bir neden yok.

Yorumlar kapatıldı.