İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihi okumak

H.Bülent Kahraman

Profesör Şükrü Hanioğlu’nun Zaman gazetesindeki ‘Ermeni tartışmasını tarihçiler mi çözmeli siyasetçiler mi?’ bağlamındaki yazısının bir bölümü çarşamba günkü yazımda ele almıştım. Hanioğlu’nun bu soruya verdiği yanıt açık: Sorunu siyasetçiler çözmelidir. Bununla, Hanioğlu’nun tarihin nasıl yapıldığı ve siyasetin herhangi bir konudaki tarihsel bilgiyi nasıl bir praksise dönüştürdüğünü, öylelikle de siyasetin anlam ve işlevini vurguladığını belirtmiştim. Bu yazıda da Hanioğlu’nun üzerinde durduğu ve Türkiye’de tarihe atfedilen öneme dönük görüşlerini ele almak istiyorum

Jön Türkler ve İttihat ve Terakki dönemini irdeleyen bu büyük tarihçimize göre Türkiye’de tarih bilgisini ele alışımız iki temel noktada yoğunlaşıyor. Öncelikle, tarihe ‘gereğinden fazla’ bir önem atfediyoruz.

Daha sonra da tarihin bizim istediğimiz tarih olmasını, o sonuçları vermesini bekliyoruz.

Dominick LaCapra, ‘Tarih ve Okuma’ isimli kitabında bu sorunu çok farklı bir mantıkla değerlendirir. Tarihin esas itibarıyla bir okuma edimi olduğunu öne sürer. Çünkü, tarih, yaşanırken tarih olarak görülmez. Tarih, daha sonra yazılarak yapılan bir şeydir. O da ancak bir okuma sürecinde gerçeğine ulaşır. Fakat, okuma seçici bir eylemdir. Herkesin aynı metinde aynı şeyi okuduğu söylenemez. Bırakalım yaşanmış tarih bilgisini bir yana, kültürel tarih, yani Tocqueville veya Foucault gibi (LaCapra bu iki tarihçinin nasıl okunduğunu irdelemektedir zaten) tarihi yazdıkları kitaplarla ‘tanımlayanların’ yapıtları bile taşıdıkları anlam bütünlüğü içinde ele alınmaz.

Bu o kadar bir gerçektir ki, örneğin Aijaz Ahmed, Edward Said’in çok meşhur ‘Oryantalizm’ kitabını çok farklı bir açıdan ele alıp yorumlamış, buna mukabil, egemenleşen ve Said’in kontrol ettiği Şarkiyatçılık söylemi o eleştirinin ‘okunmasını’ bütünüyle imkânsız hale getirmiştir. (O arada, Said, ders verdiği Columbia Üniversitesi’nde Ahmed’e karşı fiili bir ‘kontrol’ de geliştirmişti.) Dolayısıyla burada önem kazanan ana etmen, egemen bir söylemin nasıl oluştuğu, nasıl baskın ve başat hale geldiği ve ‘bilgi’nin, yani ‘gerçeğin’ nasıl o perspektiften görüldüğüdür. Kısacası, bilgi, ideolojik ve siyasallaştırılan bir şeydir ve onun içinden gerçeklenir.

Bu sorun bir başka noktada bilimsel bilgi kavramına ve onun dayanaklarına atfedilen önemle bütünleşir. Türkiye’de bugün bile geçerliliğini, etkisini ve gücünü koruyan ana yaklaşım olan pozitivizm, bilginin bu ideolojik yanını yok sayan bir yaklaşım gibi sunulursa da bu anlayışın doğrudan doğruya kendisinin bir ideolojik süreç olduğu gözlerden saklanmıştır. Bizzat Hanioğlu’nun mükemmel ve ufuk açan çalışmalarıyla sergilediği bir genetik yapı içinde ve 19. yüzyılda ortaya çıkan bu model toplumsal olay ve olguların da somut bilimlerin, bilhassa biyolojinin mantığıyla ele alınmasına yol açıyordu. Pozitif bilimlerin anlayışı ne idiyse toplumsal bilimlerin mantığı da o olmalıydı. (Marx bile aynı anlayışın bir başka uzantısıydı.) Fakat, tarih bu oluşumda başlı başına bir özgüllüğe sahipti. Çünkü, tarih sadece pozitif bilimlerin mantığı içinde ele alınmakla kalmayacak, o mantığın bir uzantısı olarak, ‘gösterdiği’ sonuçlarla Hanioğlu’nun yazısında değindiği gibi herkesin kabul ettiği bir sonucu ’emperatif’ olarak tayin edecekti. Bunun bir ön kısıtlama olması ise hiç düşünülmeyecekti. Oysa, 20. yüzyıl sadece tarihsel bilginin değil, işte okumanın da, görmenin de ideolojik ve söylemsel olduğunu ortaya koymuştu.

Böylece şu söylenebilir: salt Ermeni-Türk tartışması değil her şey ideolojik, her şey siyasaldır. Bunun tersini düşünmek ise tarihi ‘kapatmak’tır. Onu aşmanın yolu da bir sorunu tartışmak ve onunla yüzleşmektir.

Yorumlar kapatıldı.