İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

H.Bülent Kahraman: Ermeniler, Türkler: Tarih ve siyaset – Radikal

Son yazılarımda çeşitli vesilelerle siyasal alanın
genişletilmesi
üstüne yazıyorum. Farklı olguları ele alarak bu konuyu
irdelerken
aklımın bir köşesinde çok değerli dostum, anıtsal
kitapların yazarı,
Princeton Üniversitesi tarih profesörü Şükrü
Hanioğlu’nun Zaman
gazetesinde yayımladığı (20.1.2005) bir yazısı da vardı. Hanioğlu’nun
bu yazısı üstüne basınımızda epey yorum çıktı.
Sözünü ettiğim yazı o
kadar zengin ki, sadece bir açıdan ele alıp tüketmek
olanaksız. Örneğin
Elif Şafak, yazıyı belli ve çok önemli bir yanından ele
alırken, Kürşat
Bumin birkaç yazıyla konuya eğildi. Ben de bu yazıda sorunun bir
boyutunu irdeleyip bir başka yazıda da diğer yönüne
eğileceğim.

Şükrü Hanioğlu, yazısında Ermeni meselesine
dönük
tartışmalarda Türkiye’nin temel iddiasının bu karmaşık konuyu ve
çözümünü tarihçilere bırakmak
olduğunu belirttikten sonra bu işin
tarihçilere bırakılmaması gerektiğini,
çözümün siyasetçilerde
aranmasının zorunlu olduğunu vurguluyor. Bunun tarih ‘bilimi’nin
yapısal bir özelliğinden kaynaklandığını belirtip,
çünkü, diyor, farklı
tarihçiler bir araya gelerek bir kimya laboratuvarında
çalışan bilim
adamlarının yaptığı türden ‘objektif’ deneyler yapacak ve
tümü ‘karbon
dioksit’ veya ‘karbon monoksit’ sonucuna ulaşmayacaktır. Tarih,
sübjektivitesi olan bir bilimdir. (Konunun bu
bölümünü daha sonraya
bırakıyorum.) Bu itibarla tarihçiler, Hanioğlu’na göre,
ancak ‘kapsamlı
bir ‘siyaset’in teknik bir altyapı uygulaması olarak anlam
kazanabilir.’ O nedenle de Ermeni sorununda öncelikle
‘tarihçilere de
danışarak bir siyaset geliştirilmesi gerekmektedir.’
Çünkü, ‘mevcut
meseleyi halledecek taraflar iki tarafın tarihçileri değil
siyasetçileridir.’

Bu çok zengin bir muhakeme ve yaklaşım. Hanioğlu, bu
anlayışla
bizde çok inanıldığını tespit ettiği ‘bilimselciliğin’ beline
önemli
bir darbe indirmekle kalmıyor aynı zamanda Popper’la başlayan bir
geleneğin uzun zamandır iddia ettiği bir yaklaşımı arka plana
yerleştirerek konuyu son dönemde başlı başına bir önem
kazanan
‘tarihyazımı’ (historiography) zeminine taşıyor.

Fakat ondan daha önemlisi tarih denen ‘hakikat’in
içerdiği
bilginin bir yorum meselesi olduğunu vurgulayıp yorum
sonuçlarını
siyaseten belirlenmiş bir kategori olarak tanımlıyor. Ama, yorum
kendiliğinden bir şey değildir. Marx’ın zamanında işaret ettiği
üzere
tarihin yapılması ve tanımlanması ideolojiktir. Herhangi bir ‘bilgi’nin
nasıl, ne türden bir sonuç üreteceği ancak siyaseten
karar verilecek
bir olgudur. Bu nedenle de modern tarihçiliğin atası Vico’nun
‘tarihi
yapan ve tarih tarafından yapılan insan’ kavramının henüz
(Türkiye’de)
türetilmediğini zımnen vurguluyor.

Hanioğlu’nun yaklaşımı en soyut haliyle siyasete atfettiği
önemle tarihin sınırlarını daraltmak bir yana onu en
özgür haline
getiriyor. Çünkü, bu anlayış içinde tarihin ne
zaman bir ‘praksis’e
dönüştüğünü (de) izleyebiliyoruz.
Öbür taraftan herhangi bir sorunun
çözümü (bu sadece Ermeni-Türk
çatışması olmak zorunda değil) nesnel ama
kendi içine kapalı soyut bilgiyle değil onun
siyasallaştırılmasıyla
mümkündür diyerek tarihin zaman boyutunda geleceğe
dönük bir ‘işlev’
kazanmasına da önayak olmaktadır. Fakat, daha önemlisi bu
tanımın,
tarihten öte, siyasetin ‘boş’ bir alan olmadığını, tam tersine
‘praksis’in alanı olduğunu vurgulamasıdır. Siyasetin bu işlevi söz
konusu değilse ne soyut bilgi işe yarar ne de toplumsal dirim
sağlanabilir. Kısacası, herhangi bir bilgiyi işlevselleştiren, belli
bir yönsemeyle kullanan öylelikle de onu tarihselleştiren
siyasettir.

Devam edeceğim…

Yorumlar kapatıldı.