İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Baskın ORAN: Azınlıklar Raporunun Bütün Öyküsü – BIAMAG

O.Pamuk’un kahramanına öykünüp de, “Bir rapor okudum,
dünyam değişti”
diyecek değilsiniz elbette. Ama hiçbir şey, hiçbir şeyden
sonra aynı
şey olamayacağına göre; Türkiye’nin de,
“azınlık-çoğunluk”, “üst
kimlik-alt kimlik”, “objektif kimlik-sübjektif kimlik”, “dominant
olan-olmayan”, “Türkiyeli-Türk Anadolulu” vb. kavramları
öğrendikten
sonra artık bu tür kavramlar olmadan tartışamayacağı da koskoca
bir
gerçek.

Raporun yaptığı asıl önemli iş, Türkiye’nin kafasındaki
kavramları
çeşitlendirmek oldu. Rapora sövüp sayanlar bile,
görüyorsunuz, “Alt
kimlik-üst kimlik” ve “Türk-Türkiyeli” gibi
sınıflandırmaları
kullanmadan konuşamaz hale geldi.
Bu çok hayırlı bir gelişmedir ve korkmayın artık geri gitmez.

Rapora gelen itirazlar ve cevapları

Bunları kabaca beş grupta toplayabiliriz:

1- “Rapor usulsüzdür, yok
hükmündedir”.

Bu eleştiriyi kendi içinde beşe ayırmak mümkün.

a) Hükümet: “Bu
raporu biz istemedik, resmi değildir”.

Bu beyanın doğru olan tarafı: Hükümet böyle bir rapor
talep etmedi.
Raporu, İnsan Hakları Danışma Kurulu (İHDK), kendisiyle ilgili
yönetmeliğin “Kurulun Görevleri” başlıklı 5. maddesinin a, b,
ve d
şıklarının kendisine insan hakları konusunda verdiği “tavsiyelerde
bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak, görüş bildirmek,
idari
önlemlerin alınmasını tavsiye etmek” yetkilerini yerine getirmek
için
resen hazırladı.

Yanlış olan da şu: İHDK, bir yasayla kurulmasının ve bir de
yönetmeliğe
sahip bulunmasının gösterdiği gibi, resmi bir kuruluş. İnsan
Haklarıyla
Görevli Devlet Bakanlığı aracılığıyla Başbakanlığa bağlı. Nitekim,
yönetmeliğin daha 1. maddesi “Başbakanlık bünyesinde kurulan
İHDK…”
diyor.

b) Hükümet:
“Önce basına açıklanması usulsüzdür”

Hükümet tarafından talep edilmemiş bir raporun önce
hükümete sunulması
zorunluluğu var mıdır, yok mudur tartışması bir yana, İHDK dışındaki
kamuoyunun bilmediği bir husus var:

İHDK’nin bugün kadarki bütün toplantıları medya
temsilcilerine açık
yapıldı. Yani, raporun bütün tartışmaları medya
önünde cereyan ettiği
gibi, metni de basılı ve e-posta mesajı olarak her zaman herkese
açık
oldu. Anlaşılan, hükümet, kendisini saldırı yağmurundan
kurtarabilmek
için bir de bu argümanı kullandı.

c) GONGO’lar (Hükümet
tarafından desteklenen sivil toplum kuruluşları):
“Oylama
geçersizdir”.

Yönetmeğin ilgili maddesi şöyle: “Madde 6/f: Toplantı,
üye tam
sayısının yarıdan bir fazlası ile yapılır. Kararlar toplantıya
katılanların yarısının bir fazlası ile alınır. Eşitlik halinde Kurul
Başkanının oyu iki oy sayılır”.

Oylama gününün tablosu şöyle: İHDK’nin o zaman tam
üye sayısı 78.
Gündeminde Raporun oylanacağı da yer alan toplantıda (1 Ekim)
sabah
oturum başlarken 67 imza var. Öğlen yemek için ara verilip
devam
edildi. Başta “Hukukun Egemenliği Derneği” olmak üzere birtakım
dernekler durmadan: “Tartışmalar yeterli değildir, oylamaya
geçemeyiz”
diye itiraz ettiklerinden, oylamaya ancak 17.00 gibi
geçilebildi.

Sonuçta: Olumlu 24; olumsuz: 7; çekimser: 2 oy
çıktı. Bu sonuca,
toplantıda hiçbir kurum veya üye en ufak bir itiraz
yükseltmedi.
İtirazlar daha
Sonraki günlerde ve haftalarda ortaya çıktı.

d) GONGO’lar: “Rapor
değiştirilmiştir”
Rapora karşı ileri sürülen iddialar arasında en
gülüncü, bu.

Anlatayım: Rapor kabul edilince, Başkan Prof. Kaboğlu şöyle dedi:
“Ben
burada Prof. Oran’dan şahsen bir temennide bulunmak istiyorum. Acaba
raporu bir gözden geçirip, getirilen eleştirilerin bir
kısmını dikkate
alacak biçimde bir revizyon yapılabilir mi, özellikle
sonuç kısmında
bir tekrar var gibi gözüküyor, ona bir bakabilir mi?”.

Ben de bir daha baktım, raporun sonuç ve öneriler kısmının
son
paragrafı, iki sayfa yukarıda da geçen “Türkiyeli”
önermesinin bir
tekrarı mahiyetindedir. Bu durumda o mükerrer paragrafı
çıkardım,
yukarıda da gereken cümle yapısı değişikliğini yaparak rapora son
biçimini verdim.

Tam bu noktayla ilgili olarak, Prof. Kaboğlu’nun çok önemli
bir
saptaması var. Diyor ki: “Raporun kabulü için oy verenler,
raporun,
oylandıktan sonra gözden geçirilerek bir anlamda
yumuşatılmasına belki
itiraz edebilirlerdi. Ama raporun reddi için oy verenler itiraz
edemezler, çünkü ufak da olsa yapılan değişiklik
onların istediği yönde
yapıldı”.

Ne kadar ilginç değil mi? Raporun kabulünü bir
buçuk yıl uğraş
verdikleri halde önleyemeyenlerin, panik içinde nelerden
medet
umabildikleri çok öğretici.

e) GONGO’lar: “Rapor usul
yönünden iptal edilmelidir”.

Yine bu noktayla ilgili olarak Prof. Kaboğlu’nun gözlemini
aktarayım,
başka bir şey gerekmez: “Burada, yalnızca danışma niteliği taşıyan bir
rapordan söz ediyoruz. Bir anayasa değişikliği veya yasa oylaması
hakkındaki usule ilişkin itirazlar bile, Anayasa Mahkemesine en
geç 10
gün içinde yapılmalıdır. Burada ise, danışma raporunun
kabulünden 20
küsur gün sonra başvuruluyor!”.

2- “Rapor Lozan’ı reddediyor, Sevr’i
geri getirmek istiyor”

Biz raporda Lozan’ın reddi konusunda tek bir kelime etmedik. Tam
tersine, Lozan’ın tam uygulanmasını talep ederek şunları söyledik:

Devletimizin kurucu antlaşması Lozan bugün Türkiye tarafından
ya çok
sınırlı olarak uygulanmaktadır, ya da hiç uygulanmamaktadır. Bu
durum,
Türkiye’nin geçen 81 yıl içinde imzaladığı insan
hakları metinleri de
dikkate alınırsa, çağdaş gelişmelere ters düşmek
yüzünden ülkemizi
uluslararası planda çok zor durumda bırakmaktadır. İçte
ise, 39/4’ün
getirdiği “her türlü dili kullanma” hakkının hiç
uygulanmamış oluşu,
PKK’ya paha biçilmez bir bahane vermiştir: “Sana anadilini haram
ettiler”.

Raporda Sevr’e atıf ise, yalnızca “Sevr Sendromu” teriminde
geçiyor.
Yani, sanki 1920 Sevr ortamı varmış gibi bir korku yayarak, insan
hakları gelişmelerini “parçalayıcı” olarak nitelemekle ilgili
olarak.

3- “Üniter devlet yıkılmak
isteniyor, Türkiye bölünmek isteniyor”

Raporda, üniter yapının federal yapıya
dönüştürülmesi konusunda tek bir
kelime bulunmuyor. Ülkenin bölünüp
bölünmemesi konusundaki tek cümle de
böyle: “Devletin ülkesiyle bölünmez
bütünlüğü son derece doğal ve tüm
dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur.”

Diğer yandan, insan haklarını eksiksiz uygulamak suretiyle devletin
yurttaşını “zoraki” olmaktan çıkartıp “gönüllü”
yurttaş haline
getireceğini ve böylece mutlu olan bir millet üzerine oturan
devletin
çok daha güçleneceğini raporda döne döne
yazmış bulunuyoruz.

4- “Azınlık yaratılmak isteniyor,
Türkiye bölünmek isteniyor”

“Çoğunluktan farklı olan ve bu farklılığı korumak isteyen,
dominant
olmayan kişi” azınlık mensubudur ve bir ülkede varsa vardır, yoksa
yoktur. Azınlık ayrıca yaratılmaz. Ama, bu işin düğüm noktası
bu
konudaki bilgisizlik değil. Talihsiz bir tarihsel bir olgu. Şöyle:

AB, “azınlık” dediği zaman, yukarıda söylediğimi anlıyor
çünkü çağdaş
anlayış bu. “Azınlık hakları” dediği zaman da, doğal olarak, “bir
ülkede dominant olmayanların da, dominant olanlarla tamamen aynı
haklara sahip olması”nı söylüyor.

Türkiye’de “azınlık” deyince hemen akla gayrimüslimler
geliyor ve
derhal iki şey anlaşılıyor: 1) İkinci sınıf yurttaş, 2)
Bölücü unsur.

Çünkü Osmanlı’nın 1454’te kurduğu “Millet Sistemi”
etkisini sürdürüyor.
Üstelik, Lozan’ın 37 ilâ 44 maddeleri bu sistemi kağıda
döktü.
Gayrimüslimler, Millet Sistemi’nde, “Millet-i Hakime”
Müslümanlar
karşısında ikinci sınıf tebaaydı.

Bunlar o zamanlar bir de Avrupa’nın büyük devletlerinin
Osmanlı’ya
müdahale bahanesini oluşturdukları için, hâlâ
“bölücü” sayılıyorlar.
Böyle işleyen kafaların AB’nin ne dediğini anlaması ne kadar
mümkünse,
o kadar anlıyoruz ve bütün mesele de oradan çıkıyor.

5- “‘Türkiyelilik’ kabul
edilemez”

Raporun en fazla saldırılan noktası, daha önce defalarca “anayasal
vatandaşlık” ve “TC vatandaşlığı” terimleriyle ifade edilmiş bu nokta.
Oysa, en birleştirici ve üstelik en pratik noktası.
Orijinal noktası; zira rapor, etnik bir anlamı olan “Türk” yerine
“Türkiyeli” üst kimliğini öneriyor. Böylece, “Biz
kurucu unsuruz!”
iddiasını ileri sürecek hiçbir alt kimliğin diğerlerini
“tali unsur”
derecesine indirgeyerek onların üzerine çıkmasına izin
vermeyecek
teritoryal (topraksal, ülkesel) bir ilke getiriyor.

Pratik noktası, çünkü “Ben Türk’üm”
diyenlerin tutumlarını
değiştirmelerine gerek yok; devam edebilirler. Ama bunu
söyleyemeyenlerin “Ben Türkiyeliyim, Türkiye
Kürdü’yüm, Türkiye
Ermenisi’yim, vb.” demesi olanağı yaratılıyor.

Zorlama yok. Olanak yaratma var. Daha ne olsun. Diğer yandan,
“Türk
Kürdü”, “Yunan Türkü, Bulgar Türkü”
diyebiliyor musunuz? Ulus denilen
şey inşa etmenin iki türlü yöntemi var: kan esası ve
toprak esası. Eğer
ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye
böyledir,
ikincisinden başka çare yok. Bu durumda, ülkenin
üst-kimliğinin (devlet
tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu
alt-kimlikleri
(vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek
için, bütün
bunların adlarından farklı bir ad olarak seçmek lazım.

Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan
edilip, sonra da
“Bu ad herkesi temsil ediyor” denemez. Ama Türkiye’de deniyor.

“Türkiyeli”yi bir
türlü benimseyemeyenlerin itirazları şunlar:

1- “Bu, bizi parçalar”:

Tam tersine. Asıl, “Türk” parçalıyor,
çünkü Türk etnik kimliğinden
olmayanları yabancılaştırıyor. “Ben Türk’üm” demeyen insanlar
nasıl
“Türk” üst-kimliğinde birleşir?

2- “Türk
üstünlüğünden vazgeçilemez”:

En samimi olanlar, bunlar. Tabii, en az savunulabilir şeyi
söyleyenler de…

3- “Birşey fark etmeyecektir”:

Etmeyecek olur mu? Türkiyelilik, tekçi (monist) zihniyetin
değiştiğinin, Türkiye’deki bütün alt kimliklerin
kucaklandığının
simgesi.

4- “Türkiyeli, Türk’ten
gelir, yani meseleyi çözmez”:

Bunu en çok milliyetçi Kürtler söylüyor;
“Anadolu Cumhuriyeti”
öneriyorlar. Trakya’yı ne yapacaksınız? Üstelik, bu
ülkenin adını
Türkler koymadı. Kimi ülkeler “dışarıdan” adlandırılır.
Türkiye’nin adı
da Venedikliler tarafından verildi: Turchia. Zaten, ilk başta devletin
adı da buydu: Turkiya Cumhuriyeti.

Rapor neden en fazla bu nokta saldırıya uğradı? Çünkü,
“yastığını bile
değiştirsen iki gün uyuyamazsın” ilkesine göre yeni her şeyin
rahatsız
edici olduğu bir yana; kimi insanlar ayrıcalıklarını yitirecekleri
için, kimi insanlar kendi grubunu dominant hale getirmek
istediği için,
kimileri de bu kavram için önerdikleri terimden (anayasal
vatandaşlık,
TC vatandaşlığı, Anadolulu, vb.) başka bir terim ileri
sürüldüğü için
bu kavrama itiraz etmek ihtiyacını hissettiler.

Oysa M. Kemal, Cumhuriyet’in ilanından önce hep “Türkiye
Milleti”,
“Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti”, “Türkiye Ordusu”,
“Türkiye
Hükümeti” terimlerini tercih etmişti. Çünkü
Kurtuluş Savaşı içinde
“teklik”e değil, “birlik”e ihtiyacı vardı. Bugün de bizim
“birlik”e
ihtiyacımız var, çünkü 80 yıldır teklik çabası
göstermenin,
birleştirici değil, aksine bölücü (iç savaş 15
yıl sürdü; daha yeni
bitti!) olduğunu sanırım öğrendik.

Buna galiba “back to the future” deniyor; yani maziye gönderme
yaparak istikbali inşa etmek…

* Bu yazı Baskın Oran’ın Birikim dergisine gönderdiği rapordan
kısaltılarak Agos’ta yayınlandı.

Yorumlar kapatıldı.