İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Misyonerleri Kovma Cemiyeti´

Yurttan sesler korosu “milletimizi bölmeye, ülkeyi parçalamaya çabalıyorlar” diye başladığı şarkıya, “dinimiz elden gidiyor” nakaratını ilave ediyor

2005-01-16

AHMET İNSEL

Herkesin malumu olduğu gibi, Türkiye’de her Türk vatandaşı, “ülkemizi, dinimizi ve milletimizi bölmeye yönelik her türlü yıkıcı faaliyet karşısında daima uyanık olmak zorundandır”. Bu bir kalıp cümledir. Farklı çevrelerin temsilcileri, çok farklı tehdit kaynaklarını belirtmek için bu kalıbı sık sık kullanır. Bakarsınız bir hatip bu kalıp cümleyi radikal islamî tehlikeye karşı Türkleri teyakkuza çağırmak için kullanıyordur. Aynı anda başka bir yerde başka birisi bölücü faaliyetleri bu kez etnik kimlik tanınması talepleriyle ilintilendiriyordur. AB’nin, ABD’nin, Rusya’nın, Hellenizmin, Arap dünyasının, Hıristiyanlığın, siyonizmin Türkiye’yi bölmeye yönelik girişimlerine karşı uyanık kalmaya çağıran seslerin birbirine karışan gürültüsüyle zihnimiz kuşaklar boyu dağlandı.

Bütün bu bölücü emellere her zaman aynı önem atfedilmez. Bunların arasında esnek bir hiyerarşi vardır. Dünya konjonktürü kadar, ülke içi gelişmelere bağlı olarak, bazıları öne çıkar, bazıları gözden düşer. Beyinlerine, gençliklerinde bu terane kazındığı için refleks olarak bu telden çalanlar hâlâ varsa da, bugün komünizm tehlikesi dolaşımdan kalktı. Öcalan’ın yakalanmasından sonra, etnik bölücülük heyulası da eskisi kadar etkin değil. Aynı şekilde, radikal İslam tehlikesi eski mobilizasyon kabiliyetini yitirdi. Son yıllarda güçlü bir bölücü tehlike eksikliği, bir boşluk hissediliyordu. Türkiye’nin sürekli olağanüstü durum ve onu hem üreten hem de ondan beslenen ulusal güvenlik devleti rejiminden adım adım çıkması, bölücü emel ve girişimleri teşhir ederek toplumda kendine olağanüstü duruma uygun bir yer açmaya çalışanları elleri böğründe bırakmaya başlamıştı.

Bölücü AB

AB, bugün geniş bir milliyetçi çevre için asli bölücü rolü görüyor. 17 Aralık, kimisine göre Sevr’in hortlaması, kimisine göre Mondros Mütarekesi. Ama AB’nin bölücü emellerinin bugünden toplum nezdinde somutlaştırılması gerekiyor. Maruz kaldığımız tehdidin, içi boş bir tehdit olmadığını, hayata geçtiğini göstermek için Kürt sorunu, Kıbrıs, vb… yeterli inandırıcılıkta değiller. Yeteri kadar gizli değiller çünkü. Sansasyon özellikleri pek yok. Halbuki tehdit teşhiri uzmanları için, sıradan insanların göremeyecekleri, hissedemeyecekleri tehditleri bulup çıkarmak gerekir. İşte tam da bu amaca hizmet edebilecek, toplumsal bilinçaltımızın derinlerindeki katmanlara hitap ederek, bizi korkutup, bize rağmen kendi milli varlığımıza dönmemizi sağlayabilecek bildik bir tema var: Misyoner faaliyetleri. Yıllardan beri döne döne tekrar edilen bu teraneyi, dönmelerin ve daha genel olarak siyonizmin yıkıcı emelleri, masonların faaliyetleri melodisiyle tamamlamak iş bile değil. Yurttan sesler korosu, “Milletimizi bölme, ülkeyi parçalama çabaları” diye başladığı şarkıya, “Dinimiz elden gidiyor” nakaratını ilave ediyor. Bu vesileyle, bir taşla iki kuş vurup, AKP’yi de kontrpiyede bırakmak hedefleniyor.

Ernest Gellner, milliyetçiliği, siyasal birlikle milli birliğin birbiriyle örtüşmesinin bir gereklilik olarak kabul edilmesi ilkesi olarak tanımlar. Milli birliği oluşturan unsurlar, aynı zamanda siyasal alanda da bir olmalıdır. Milliyetçilik, bu bağlamda, siyasi ve kültürel olarak türdeş bir toplum ülküsünü dile getirir. Türdeşlik özleminden yeknesaklık talebine, bir olma ülküsünden benzer olma çağrısına giden yol çok kısadır. Ziya Gökalp’in, bugün dahi geçerliğini sürdüren, “tek dil, tek ülkü, tek hars” kalıbında, en önemli vurgu teklik üzerinedir. Türk milliyetçiliğinde bu teklik talebi, çeşitli vesilelerde, farklı simgelere göndermeler yaparak (tek devlet, tek bayrak, tek vatan veya tek ses, tek yürek gibi) sürekli gündeme geldi.

Türk milliyetçiliğinin birleştirici kültürü, Müslümanlıktır. İslam, milli değerlerle manevi değerleri birleştiren unsur olarak algılanır. Bu nedenle, geçmişte olduğu gibi, bugün de Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerini bölücülük tehlikesi yaftası arkasında teşhir eden anlayış, bunu “milli ve manevi değerlerimize yönelik misyonerlik” olarak tanımlıyor (Yaşar Yaprak, Nevşehir İl Müftüsü, İlkadım dergisi, Nisan, 2004). Bunu Haçlı zihniyetinin tecessüm etmiş hali olarak tanımlayanlar da var. Bu tehlikeye ilgisiz kalan, çocuğu veya yakını Hıristiyan olan Müslümanların ileride cehennem ateşiyle yanacaklarını tehdit eden metinler, dergilerde, internette dolaşıyor. Emperyalizmin bu maske arkasına gizlenerek ülkeyi ele geçirmeye hazırlandığına inan solcular da işin cabası. O solcuların da hamurunda aynı milliyetçilik olduğu için, bu kadar kolaylıkla “misyoner kovma cemiyetine” üye oluyorlar.

Gazetelerden öğrendiğimize göre, yeniden yapılanan Türk milliyetçiliği içinde kendine önemli bir yer tasarlayan Sinan Aygün’ün başkanı olduğu Ankara Ticaret Odası da, Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerini geçmişten bugüne kadar inceleyen ve bunların bugünkü detaylı dökümünü yapan bir çalışma yayınlamış. Tüm kentlerdeki Hıristiyan (bunların ezici çoğunluğu Protestanlıktan türeyen mezhepler) örgütlenmelerinin listesi çeşitli vesilelerle yayımlanıyor. Bundan esinlenen milliyetçi tosuncuklar, geçtiğimiz günlerde Şişli’de bir evi bastılar.

Erol Güngör, 1960 başlarında yazdığı “Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri” başlıklı kitapta, 9 Mayıs 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir haberden övünçle alıntı yapıp, haberin arkasının gelmemesine hayıflanıyordu. Habere göre, Matbuat Cemiyeti’nde toplanan Türk gazetecileri “Misyonerleri Kovma Cemiyeti” kurmuşlar. “Cemiyetin gayesi memlekette Hıristiyanlık propagandası yapan ve emperyalist devletlerin aleti olarak kullanılan misyonerlerin Türk toprağında fikir ve gayelerine hayat hakkı vermemektir”. Bugün Kızıl Elma koalisyonunun aktörleri veya bu çabaya mesafeli durmakla birlikte, sevecenlikle bakmaktan geri kalmayanlar, bundan 25 yıl önce çalınan tehlike çanlarından farklı bir çan çalmıyorlar.

Gayrimüslim nüfus

İlginç olan, aradan geçen zamanda Türkiye’deki Hıristiyan ve genel olarak gayrimüslim nüfus hızla azalırken, misyonerlik faaliyetlerinin milli ve manevi birliği bozacak en büyük tehlike olarak tanımlanmasından vazgeçilmemiş olmasıdır. Erol Güngör, “Hıristiyanlık propagandası -veya Müslüman zihinleri karıştırma- politikasının neticesini Hıristiyan olanların miktariyle ölçeceksek”, bir tehlike bulunmadığını söyleyenlerin haklı olduğunu teslim eder. Ama hemen belirtir: “Halen Hıristiyan olmuş değiliz, fakat tehlike çanına kulak tıkayan münevverlerin gafleti birgün bizi de uyutacak olursa, bir daha ne göz açmak mümkün olur, ne eyvah! demek”. Bu gaflet uykusundan uyanma çağrısının üzerinden de 40 yıl geçti. Türkiye toplumunun nüfusu ikiye katlandı ama toplumdaki gayrımüslim nüfus mutlak olarak bir o kadar azaldı. Ama tam da bu nedenle bugün tehlike her zamankinden daha büyük değil midir!

Yerden mantar gibi biten, bölünerek çoğalan farklı Protestan kiliselerinin tüm dünyada yürüttükleri misyonerlik faaliyetleri, başlı başına ele alınması gereken, önemli sorunlar barındıran bir konudur. Ama unutmamak gerekir ki, bu faaliyetlerin gerçekten etkili olduğu ülkeler arasında Türkiye türü toplumlar yoktur. Bu topraklar üzerinde misyoner faaliyetleri tarihinin neredeyse iki yüzyıla yaklaşan bir geçmişi var. Sonuç ortada. Bu faaliyetlerin etkili oldukları kesimler, Hıristiyan topluluklar oldu. Geçmişte de en çok bu cemaatlerin temsilcileri misyonerlerden şikayet etti. Buna rağmen, yıllardır Müslüman olan yabancıların boy boy fotoğraflarıyla milli gururlarını kabartanlar, şimdi, sayıları ancak binlerle ifade edilebilen bir avuç Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının Hıristiyanlığı seçmesi karşısında, 70 milyonu aşkın bir topluluğun milli ve manevi değerlerinin tehdit altına girdiğini iddia ediyorlar. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için, devletin bir yandan baskı ve yasaklamaları boş vermemesini, diğer yandan tehdit altındaki milli manevi değerlerimize daha fazla sahip çıkmasını öneriyorlar. İnsan düşünmeden edemiyor. Bu kadar övündüğümüz, gücü ve cazibesinden gurur duyduğumuz ama ne olduğunu tam olarak tarif edemediğimiz milli ve manevi değerlerimiz, devlet tarafından empoze edilmedikçe, otoriter bir yapı tarafından sağa sola savrulması, davulcuya kaçması engellenmedikçe, kendini korumaktan bu denli aciz mi? Eğer gerçekten bu açıdan acizse, sorun misyoner faaliyetlerinde mi, yoksa tek kültür ve tek ülkü ötesinde var olamayan bu değerlerde mi?

Yorumlar kapatıldı.