İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni meselesinde sırlar…

Ali Bayramoğlu

Kimi ailelerde sırlar vardır. Kökenle, kimlikle, güçle, kanla, kadınla, servetle ilgili sırlar bu ailelelerin kimlik ve davranış çekirdeklerini oluştururlar. Aile içi kimi tabular buradan doğar. Bu sırlar ailenin genç kuşaklarına tam olarak aktarılmaz. Ama onlar, onu bilir ve hissederler. Merakları sırrın iç yüzüyle sınırlıdır; tehlikeli, itibar kırıcı, bugünkü konumu tartışılır hale getirici sırlar yokluğun derinliklerine itilir.

Peki, ortak bir “sırrın paylaşımı” ya da “ortak sırların varlığı” üzerine oturan bir milli kimlik olabilir mi?

Tarih bizatihi sırlarla doludur.

1800’lü yılların ilk çeyreğinden başlayarak kaybedilen her toprak parçasıyla birlikte orada yaşayan Müslümanların en yakın Osmanlı toprağına göçü, 2. Balkan Savaşı’nın sonuna değin neredeyse 100 yıl devam eden ricat, hâlâ süregiden ve bugünkü Türk kimliğinin temel kurucu unsurlarını içinde barındıran bir travmadır.

Bu öykü sırlarla, itiraf edilmeyen tekil ve toplu öykülerle, kan, ölüm, acı, el değiştiren mallar ve servetlerle örülmüştür.

Din, daha doğrusu “Müslümanlık”, bu süreçte kendisini yeniden inşa eden bir toplumun ana yapıştırıcısıdır. Türk kimliğinin, kimi istisnalar dışında farklı Müslüman kitleler tarafından içselleştirilmesi her şeyden önce göç eden topluluklarının meşakkat, acı, mal yitimi, yeni mülk edinme ve paylaşım ortaklığı üzerine kurulmuştur.

Yeni rejimin üzerine temellendiği geçmişle kopuş ideolojisi, yarattığı tüm sorunlara rağmen bu ruh haliyle, bu paylaşımla benimsenebilmiş, geçmişle yüzleşmeyi, onu sorgulamayı engelleyen bir işlev gördüğü için daha kolay sindirilmiştir. Anadolu’da Müslümanlık ve Türklük, hatta Kürtlük bu çerçevede, bu “ortak sır” sayesinde bir bütün oluşturabilmiştir. 1925’lere kadar Türkiye’de hareretli bir biçimde tartışılan Ermeni sorununun bir anda sır bohçasına eklenmesi boşuna değildir.

Bugün bu bütünün Türk’ten Kürt’e, devletten topluma uzanan ortak paydası “öteki”‘ye yönelik çifte tedirginlikten kaynaklanır:

Fiziki korku, yerini yurdunu kaybetme tedirginliği ile güç, siyaset, nüfusların yer değiştirmesi üzerinden edinilmiş mal ve mülkü koruma içgüdüsü.

Bunlar Anadolu toprağında yeniden ve yeni bir ruhla yeşeren Müslüman ve Türk refleksinin ve devlet duruşunun önemli parçalarıdır.

Yaşanan acılar ve aşağılanmalar da sırlar arasındadır…

Bu gidiş gelişler ve onların artçı sarsıntıları açısından 1912 bir milattır.. 2. Balkan Savaşı’ndan 15 gün once “Rumlar başınızı eğin…”, “Harp, Harp, Harp isteriz” sloganlarıyla, Aka Gündüz’ün “Bastığım her toprağın her tutamından kan fışkıracak. Taş üstüne taş bırakırsam ocağım sönsün…” marşının uğultularıyla inleyen İstanbul, savaştan iki hafta sonra üç koldan bozguna uğramış orduların haberleriyle, Balkanlardan kaçıp gelen binlerce yaralı ve sefil halde göçmenle, Çatalca’dan duyulan top sesleriyle sadece bir yas şehri değil, Osmanlı’nın ve devletin tarihte yaşadığı en büyük aşağılanmanın, en altta gördüğü tebalar karsında küçülmenin simgeleştiği şehir haline dönmüştür.

Osmanlı’nın son döneminde mazlumluk ile zalimlik arasındaki gidiş gelişler böyle başlar

Bugünlerde yeniden tartışılmaya başlanan 1915 Ermeni olayları bu ruh halinde yaşanacaktır. Adana, Zeytun, en nihayet Van Ermeni ayaklanmalarına verilen tepki, bu ayaklanmanın sınırlarını aşan, elde kalan son ve tehlikeli tebaya karşı alınan tedbirin ötesine geçmiştir.

Bu çerçevede yaşanan mülk, mal ve nüfus hareketlilikleri sadece Türk miliyetçiliğinin değil, Türk kimliğinin de toplumsal açıdan bastırılmış bellek de en önemli unsuru haline gelmiştir.

Bu sorun Türk kimliğinin hem bugünüdür, hem dünüdür, hem geçmişle bağlantısıdır.

Sırlar artık ortaya dökülmelidir…

Hikmet Özdemir, Yusuf Halaçoğlu gibi devlet bilgisini elinde tutan görevlilerin sadece Batı’ya ve Ermenilere değil, bize anlatmaları gereken şeyler var. Önce bizi ikna etmeleri gerekiyor.

İhanete tepki, Ermeni mezalimi söylemi yetmiyor.

Türk kimliğinin demokratikleşip, olgunlaşması ancak bu yüzleşmeyle olacak…

Yorumlar kapatıldı.