İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

AB sürecinde tarihle yüzleşme

H.Bülent Kahraman

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma serüveni, onun için hiç beklemediği bir süreci başlattı. Bu aslında üç evreli bir şok süreciydi.

Bunların ilki, siyasal düzeydir. Bu düzey, Avrupa kavramının ne ifade ettiğini (yeniden) anlamaya tekabül ediyordu. Bambaşka bir olguydu artık Avrupa ve özünde hukuk ve demokrasi kavramlarını taşıyordu. Avrupalı olmak toplum- devlet ilişkisini bu bağlama oturtmak anlamına geliyordu. Ayrıca hukuk ve demokrasi olguları yeni bir anlam, kapsam ve içerik kazanmıştı. Bizde mevcut olan yapıyı demokrasi diye kabul ettirmek olanaksızdı. 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni demokrasi açılımları bu bünyeyi meydana getiriyordu. Bir devletin iç ilişkileri anlayışı değişmişti, örneğin. Uluslararası hukuk, egemenlik devri gibi yeni gelişmeler söz konusuydu. Onları benimsemeksizin bir şey yapılamayacaktı. Türkiye, büyük zorluklarla da olsa bu aşamayı tamamladı. Avrupa’yla ilişkiler bundan böyle nereye varır bilinmez. Ama bunun Türkiye yakın tarihinin en önemli gelişmesi olduğu su götürmez bir gerçek.

İkinci evre kültürel olanıdır. Bu aşamada Türkiye, Hıristiyanlık olgusunu ve Avrupa bilinci denilen şey içinde oynadığı rolü yeniden değerlendiriyordu. Aynı şekilde Hıristiyanlık temelinde getirilen bir yaklaşımın Müslümanlık’la nereye kadar uzlaştığını görüyor, buna bağlı olarak da laiklik kavramının anlamını yeniden değerlendirmek zorunda kalıyordu. ‘Sivil din’ düşüncesinin sınırlarını bu suretle yeniden keşfeden Türkiye, içinde bulunulan ve maalesef belli kesimler tarafından ‘uygarlıklar çatışması’ diye tanımlanan bu dönemde kendi ürettiği modelin özgünlüğünü de görerek laiklik temeline oturmayan bir demokrasinin olamayacağını anlayıp içinde yükselen siyasal İslamı yeniden kurgulamaya yöneliyordu. Ne var ki, bu Avrupa-Hıristiyanlık ilişkisinin kendi özgüllüğünü inkâr etmek anlamı taşımıyordu.

Üçüncüsü ise Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmek zorunda kalmasıdır. AB sürecinin özellikle son aşamasında, Türkiye’ye karşı ayak diretenler bu olguyu özellikle bir koz olarak ve haksız yere kullanıyor. Türkiye’nin azınlık kavramını yeniden tanımlamasını isteyerek, fakat ondan çok daha ötesi bilhassa Ermeni ve Kürt sorununda onu ‘köşeye sıkıştırmaya’ çalışarak bir sonuç elde etme gayreti içine giriyor bu kesim. Bu, Türkiye’nin devlet kavramını en geniş anlamda yeniden gözden geçirmesini zorlayan, demokratik fark ve bir aradalık kavramını yeniden tanımlayan bir yaklaşım. Belki, o anlamda olumlu bir boyutu var. Bununla birlikte özellikle Ermeni ve Kürt konusunda gereksiz bir zorlamanın ortaya çıktığı görülüyor. Dün Murat Belge’nin yazdığı durum, Hırant Dink ve Etyen Mahcupyan’ın karşılaştığı durum bu konuda gereksiz bir telaşın ortalığa yayıldığını açıkça gösteriyor. Buna Türkiye’ye hak etiklerinin dışında yapılmış bir haksızlık demek mümkün.

Bütün bunlar birer şok. Türkiye’nin bu sürece çok hazırlıksız ve çok farklı bir kültürden gelerek girdiği besbelli. Bu oluşumun yaratacağı toplumsal sıkıntıları beklemek gerek. Onların en kötüsü ortaya çıkabilecek büyük bir milliyetçi dalgadır. Ama onun bir panzehiri var: demokrasiyi hızla toplumsal bir ortak kabul zemini haline getirmek, demokrasi kültürünü hızla yaygınlaştırmak. Onunla da yetinmeyerek açıklık, saydamlık kavramlarını benimsemek ve her şeyin apaçık tartışılmasına olanak hazırlamak. Yanlışın savunulmasına bile olanak vermek. Evet, tarihin yanlışların üstüne kurulmadığını hiç değilse tarih biliyor ama bunu sağlamak önemli bir siyaset ve yöntem sorunu. Mevcut hükümet bunun adımlarını atmaya başlamadığı takdirde bir mayın tarlasına gireceğini hatırlamalı.

Yorumlar kapatıldı.