Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen 7. Abant Platformu Brüksel'de 3-4 Aralık 2004 tarihlerinde gerçekleşti. "Turkey's EU Membership Process: Culture, Identity and Religion" temalı geniş katılımlı toplantıda Türkiye'den ve Avrupa'dan çok sayıda akademisyen, politikacı, gazeteci ve din adamı Avrupa Parlamentosu'nda iki gün süren yoğun bir gündemle Avrupa - Türkiye ilişkilerini masaya yatırdılar. AB'ye girme sürecindeki Türkiye'nin din, kültür, kimlik, demokrasi, insan hakları ve din özgürlüğü alanlarında katettiği mesafeler ve tamamlanması gereken kriterler hakkında yapıcı ve düşündürücü fikirler, eleştiri ve görüşler ortaya atıldı ve tartışıldı. Avrupalı konusmacılar Türkiyede'ki azınlıkların durumundan haberdardılar ve Avrupa Uyum Yasalarının bir an önce uygulamaya konması gerektiğini hemen her konuşmada vurguladılar. Benzer tutumun Türkiye'li katılımcılar tarafından da savunulması sevindiriciydi. Kilisemiz rahiplerinden Rahip Sahag Maşalıyan da bu toplantiya katılarak aşağıdaki tebliği sundu: Çok değerli katılımcılar, Bildiğiniz gibi ben Türkiye Ermenileri Patrikliğine mensup bir rahibim. Ermeni cemaati 65 bin üyesiyle Türkiye’nin en kalabalık gayrı müslüm azınlığıdır. Abant Platformu ses getiren etkinliklere imza atmaktadır. Bu Platformun Brüksel’den, Türkiye’ye ve dünyaya anlamlı ve önemli mesajlar göndereceğinden eminiz. Leuven Üniversitesi ve istanbul Bahçeşehir Üniversitesi tertip heyetlerine, Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfına, toplantı koordinatörleri Sayın Prof. Dr. Rik Torfs ve Prof. Dr. Niyazi Öktem şahsında teşekkürü bir borç biliriz. DOĞU VE BATI KUCAKLAŞMASI Anadolu, Ortadoğu, Asya ve Avrupa arasında coğrafi bir köprü niteliğine sahiptir. Tarih ona aynı zamanda çağlar boyu büyük inanç sistemlerinin, toplumsal ve siyasal hareketlerin köprüsü olma yükümlülüğünü de vermiştir. Büyük İskender’in uygarlık projesi bu topraklar üstünden Ortadoğu’ya ulaştı. Roma’nın Akdeniz hakimiyeti ancak bu topraklara hakim olmasıyla kurulabildi. Hristiyanlık bu topraklardan batıya taşındı. Çinden Avrupaya uzanan ticaretin İpek Yolu Anadolu topraklarından geçti. Orta Asya’dan gelen kavimler bu köprüyü kullanarak Avrupa’ya ulaştılar ve onun tarihini biçimlendirdiler. Haçlı orduları ve İslam orduları birbirlerinin ilerleyişini durdurabilmek için bu köprüde savaştılar. Öyle gözüküyor ki küreselleşen dünyada tarih bu topraklara bu kez de uygarlıklar arası bir barış köprüsü olma görevini yüklüyor. Hristiyan ve İslam diyaloğu, Ortadoğu ve Avrupa kültür kaynaşması ve medeniyetler çatışmasının bereketli bir diyalektiğe dönüşmesi bu topraklarda gerçekleşecek. Bu toprakların ülkesi Türkiye de böyle bir köprüde varolmanın tüm avantajlarını, üstünlüklerini, zorluk ve çelişkilerini yaşıyor. En büyük çelişkilerin politik alanda yaşandığını söylemek hiç de zor olmasa gerek. Tanzimattan beri, 150 yıldır süregelen Doğu-Batı çelişkisini Türkiye bugün aştı denilebilir mi? Avrupa Birliğine girmek isteyen Türkiye’de neler değişti? Bu uğurda büyük çabaların sarfedildiğini ve uzun bir yol kattedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu gün her zamankinden daha olumlu düşünmemizi sağlayan üç temel unsurun yan yana geldiğini de görmekteyiz. Bunlar bence Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir üyesi olma girişiminde, Türkiye Anayasasında yapılan bir takım değişikliklerden çok daha anlamlı ve önemlidir. Birincisi, küreselleşme devriminden hiçbir ülkenin, hiçbir halk ve kültürün kaçamayacağı gerçeğidir. Bu küreselleşme, insanlığın yarattığı tüm uygarlık değerlerini dünyanın dört bir bucağına savurmaktadır. Onların tohumları Türkiye topraklarına çoktan düşmüştür. Tohumlar büyüdü, ağaçlaştı ve artık meyve verme zamanı geldi. Çok kültürlülük, farklılıkların eşitlik ve hukuk zemininde uzlaştırılması idealleri, artık reddedilemeyecek insanlık değerleri olarak toplum bilincinde iyice yer etmiştir. Artık Avrupa Birliği karşıtı olanlar bile bu değerleri inkar edemiyorlar. İşte size küreselleşmenin en tatlı meyvelerinden biri. İkinci unsur, Avrupa birliğine giriş sürecinde Türkiye halkında sadece bilinç değil ama bir kalite değişikliğinin oluşmaya başlamasıdır. Avrupa Birliğine tam üye olunsun yada olunmasın, sokaktaki insanlar artık Avrupada temsil edilen batılı ve evrensel değerlerin kendi ülkesinde de olmasını arzuluyor ve talep ediyorlar. Hatta bir zamanların batı karşıtları bile dönüşüme uğradılar ve asıl sorunun başka yerlerde yattığını kavradılar. Avrupa birliğine girme konusunda oluşan toplumsal konsensus bir tesadüf değildir. Türkiye’de insan hakları, din, dil ve düşünce özgürlüğü ve yasalar karşısında eşit vatandaşlık talepleri artık durdurulamaz bir boyuta erişmiştir. Türkiyedeki reformların en büyük güvencesi işte böyle bir halkın doğum sancısı olacaktır. Üçüncü temel unsur, devlet anlayışındaki gözle görülür değişme arzusu ve iradesidir. Avrupa Birliği Uyum yasaları etkileyici bir kararlılıkla Türkiye Anayasasına geçirilmiştir. Bunların uygulanmasıyla ülkemizin güzel bir geleceğe yol alacağını umuyoruz. Uygulamaya ilişkin pürüzlerin de en kısa zamanda giderileceğini umut etmekteyiz. Çıkardığı yasalarla iradesini ifade eden bir devletin uzun süre bu değişimleri sadece kağıt üstünde tutmak gibi bir lüksü olamaz. Onların en kısa zamanda yaşama geçirilmesi artık bir zorunluluktur. Türkiye-Avrupa ilişkileri tüm dünya için ihmal edilemeyecek bir öneme sahiptir. Küreselleşmenin dinamikleri böyle bir ilişkiyi zorunlu kılmaktadır. Farklılıkların nasıl uyum ve uzlaşma yoluyla zenginliğe dönüştürülebileceğinin en güzel örneği Türkiye- Avrupa ilişkilerinde ortaya konulabilir. Ben bir din adamıyım. Ruhsal bir metafor sunmak isterim size. Mistisizmde en yüksek ruhsal deneyimi dile getiren bir kavram vardır. Ekstasi. Bu durum, aklın kendinden çıkıp başka bir ruhsal alana çoşku içinde yükselmesidir. İnsan ruhunun en temel özlemi hep “öteki”dir, farklı olandır. Mutluluğun doruk noktası ötekiyle birleşmektir. Çağlar boyu Doğu ve Batı, İslamiyet ve Hristiyanlık birbiri için hep öteki oldu. Ve ötekisiz bir mutluluğu ve barışı yakalama arayışı içinde, hep birşeyler eksik kaldı. Küreselleşen dünyada artık ötekiyle daha sık ve daha kolay karşılaşıyoruz. Uygarlıklar ve dinler bazında artık “öteki”yle ilgili yeni bir vizyon ve tavır geliştirmek zorundayız. Hristiyanlığın ve İslamiyetin birbiriyle karşılaşması yakın zamana dek hep dışlayıcı olmuştur. İki dinin mensupları ötekine çağlar boyu şüpheyle ve korkuyla yaklaşmışlardır. Abant Palatformu’nun da aktif olarak katıldığı dinlerarası diyalog süreci yeni bir yol ve yöntem deniyor. “Öteki” artık savaşılacak yada fethedilecek bir düşman değil, keşfedilmeyi bekleyen bir değerdir. Düşmanlıktan arınabilirseniz ancak, ötekine hakkıyla ve layikiyle bakabilirsiniz. Dünyamızın çelişkilerini ve çıkar mücadelelerini dinler, kültürler ve uygarlıklar arası çatışma olarak sunmak hakikati saptırmak demektir. Çatışmaların temeline oturtulmak istenen İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik aynı topraklardan çıkmış, benzer argumanları kullanan ve özdeş insanlık değerlerini içeren, benzerlikleri farklılıklarından çok olan inanç sistemleridir. Biz Türkiye’de tektanrılı dinlerin her türlü mensubunun oluşturduğu bir mozayikte yaşıyoruz. Ülkemizde hemen hemen her din ve mezheple karşılaşabilirsiniz. Bölgemizde binlerce yıldır böyle bir kültür ve inanç birlikteliği mevcuttur. Geçmişte Avrupa’dan çok daha heterojen bir yapı içinde çağlar boyu birlikte yaşama kültürü geliştirilmiştir. Ben bir Ermeni ve Hristiyan Türk vatandaşı olarak, tarihsel ve toplumsal deneyimleri de arka plana alarak, açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim. Türkiye’de dinler, kültürler ve halklar arasında hoşgörü, paylaşım, uyum ve iç barış, sorunsuz olmasa bile, yeterli ölçüde mevcuttur denilebilir. Birlikte yaşama kültürünün mükemmelleşmesi için çoğulcu demokrasiyi koruyup geliştirebilecek hukuksal altyapının ve politik üst çatının her geçen gün daha da pekiştirilmesi gerekmektedir. Avrupa Birliğine katılım sürecinde bu pekiştirmenin daha etkin ve hızlı gerçekleştiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sürecin sonunda Türkiye’de varılması gereken noktayı yine bir başka Abant Platformunun, Bolu, 4. Abant Platformunun sonuç bildirgesinin 9. Maddesinde okuyoruz: “Modernleşme adına homojen bir toplum yaratma çabaları kabul edilemez; siyaset, türdeşlik yönündeki bir toplumsal dönüşümün aracı olamaz. Türkiye’ nin temel sorunlarından biri devlet yönetimi ile halkın talepleri arasındaki uyuşmazlıktır. Devlet, toplumu bir inşa alanı olarak görmekten ve “toplumsal mühendislik” yapmaktan vazgeçmeli; toplumdaki farklılıkları tanıyarak tercihlerini dikkate almalıdır. Türkiye’nin, bütün vatandaşlarına ve her toplumsal kesime eşit mesafede duran, bütün farklılıkların kamusal alanda temsil edilmesini mümkün kılan bir devlet anlayışına ihtiyacı vardır”. (16 Temmuz 2001, Bolu). Abant Platformu Türkiye’nin çoksesliliğinde en güzel seslerden biridir dersek abartı yapmış olmayız sanırım. Çünkü orada tek bir ses değil ama pek çok ses kendini duyurabilmektedir. Artık Abant Platformunda oluşan sesler sadece Türkiyede değil tüm dünyada dinlenilir olmuştur. Bu toplantıda da eminim, kayda değer nice fikirler ve görüşler belirecektir. Onları duymak için sabırsızlıkla bekliyorum. Toplantının başarısı için duacı olduğumu belirtir ve tüm katılımcılara yürek dolusu sevgi ve selamlarımı sunarım.
Yorumlar kapatıldı.