İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sevgim gizli kalsın!

Nebil Özgentürk

“Sevgim gizli kalsın” diye başlayıp bitiyordu şarkı… Ermenistan’da son gecemizdi. Kendi imkanlarımızla bulup buluşturmuş, Ararat Restoran’da veda yemeğine konuşlanmıştık.
Masadakilerin “Adnan Menderes’e ne kadar da benziyor” dediği Poghosyan Alexander da, ardındaki Ermeni saz heyeti eşliğinde sahnede “ağır” şarkılar söylüyordu peşi sıra… Kulağımıza aşina, Sarı Gelin, Diloy Aman’, hatta, (çeyrek asırdır(!) Çırpınırdı Karadeniz diye ülkücü marşı haline getirilen) Kamança gibi bestelerin, Alexander’ın sesinden ruhlarımıza nüfuz etmesinin ardından çıkageldi, o “ağırın ağırı” şarkı.. “Sevgim gizli kalsın!”

Tabii ki bir aşk şarkısıydı, belki, bir kadına ya da erkeğe yazılmıştı ama dinleyip dururken Türkçe adını öğrendiğimde, birdenbire, orada, Ermenistan’da bulunma nedenimizle, görüp işittiklerimizle ilişkilendiriverdim kendimce!

“Seviyorduk birbirimizi ama sanki gizli kalmasını istiyorduk!” Çünkü, yüzyıllar boyu aynı toprakları dostça paylaşmış, yanyana varolmuş, aynı havayı solumuş, hayatın bütün mecralarında alışverişler yapmış, sonra da… Evet, 1915’lerdeyse, üzerimizden fay hattı geçmiş.

Derken, birbirine kırgın, öfkeli, hesabı ve meselesi olan iki toplum haline gelivermiş, getirilivermiştik. Birkaç gün süren temaslarımız (kaldığımız otelden, gittiğimiz lokantalara, bizi kabul eden sivil toplum kuruluşlarından, Parikhane ve partilere kadar) sırasında gözlerdeki ifadenin soğuk ve tatlısert olmasının nedenini nasıl izah edebiliriz ki başka türlü…

Kapalı anlatmaya, gizlemeye gerek yok.

Ekibimizde bulunan ve gezinin “Türkiye Grubu” adına gönüllü organizatörlüğünü üstlenen Hırant Dink, Ara ve Sevan’ın onca çabasına, sevgiyle didinip durmalarına rağmen, (ne yazık ki) iki üç gün süren Ermenistan yolculuğumuz sırasında, şöyle, keyifle sözedeceğimiz bir sıcaklık ya da kaynaşma, hasretle kucaklaşma vs. yaşamadık açıkçası! Yanlış anlaşılmasın ciddi bir gerginlik ya da “yüksek sesli bir durum” da yoktu elbet ama bir şeyler eksikti işte.! Kendi adıma, zaman zaman “soğuk bir rüzgar”ın esintisinde kalbimin üşüdüğünü söyleyebilirim!

Hatırlatalım yeniden, iki yıl önce oluşturulan ve her kesimden her sesten bir grup yazar, bilim adamı, gazetecinin dahil olduğu “Doğu Konferansı Girişimi” İran ve Suriye’den sonra yine yollara döküldü ve bu kez Ermenistan’ı mekan eyledi..

Bir günlük gecikmeyle ben de katıldım bu geziye. Hem de yoğun heyecan ve istekle. Havalimanlarında beklemeler dahil toplam 10 saatlik zorlu bir yolculuğu (seve seve) göze alarak…Sahiden seve seve…

Öyle ki İzmir ya da İstanbul’da yıllar içinde Türkiye Ermeni toplumundan pek çok dost edinmiş, bu dostluklardan büyük keyif almış, kimi sıkıntılarına dert ortağı olmuş, yazı ya da belgesellere kaydetmiş biri olarak bize hem yakın hem çok uzak bir ülkeye, Ermenistan’a gitmek, selamlar götürmek çok hem de çok istemiştim…

Bir tesadüf yolculuktan bir gün önce karşılaştığım Ara Güler’in selamını mesela.. Ara Usta, Paris Concorde meydanına benzeyen Erivan Merkez Meydanı’nın çok iyi fotoğraf mekanı olduğunu bol bol deklanşöre basmamı dahi öğütledi. Öğüdünü tuttum, zaman kaldıkça “tüyo”sunu verdiği cafelere uğradım o ayrı ama..

İki günlük gezi daha çok “kapalı mekanlar”daki toplantılarla geçti. Patrikhane’den, Basın Kulübü’ne, AB Derneği’nden, İnsan Hakları Derneği’ne kadar…

Toplantıda olup bitenleri ve diğer gözlemlerimi yarın aktaracağım…

Yorumlar kapatıldı.