İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

12 Eylül, Hrant Küçükgüzelyan’ın Öyküsü ve Düşündürdükleri

12 Eylül darbesinin hemen ardından gözaltına alındığında 60’lı yaşlarındaymış. Yozgat’lı bir Ermeni, bir din adamı, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın başkanıymış. Yaşamını Anadolu’yu gezerek, kimisi yetim, kimisi öksüz, kimisi de okuma olanağı bulamayan Ermeni çocuklarını toplamaya, İstanbul’a getirip barınma, kendi dillerinde okuma ve kültürlerini öğrenme, geliştirme olanağı yaratmaya adamış. Bu amaçla 1950’li yıllarda İstanbul Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin en alt katını yetimhaneye dönüştürmüş.

Adı, Hrant Küçükgüzelyan.

O dönemde Ermeni cemaati, Anadolu’dan İstanbul’a gelen çok sayıda çocuğu barındırmak amacıyla evlerde 30-40 kişilik gruplar halinde özel yuvalar oluşturmuş.

Kilisenin yetimhanesinde kalan çocuklar, gündüzleri de İncirdibi Ermeni Protestan İlkokulu’na gidiyorlarmış. Bu öyküyü aslında İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un Türkçe, İngilizce ve Ermenice olarak üç dilde yayına hazırladıkları “Tuzla Ermeni Çocuk Kampı – Bir El Koyma Öyküsü” başlıklı kitaptan biliyoruz.

Kitapta fotoğraflar eşliğinde, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın yetimhanede kalan çocukların yazları birlikte üretip, birlikte eğlenecekleri bir kamp kurmak üzere nasıl Tuzla’da bir arazi satın aldığı, kamp binasının inşasında çocukların nasıl baş rolü oynadığını, elleriyle tuğlasını, çimentosunu, suyunu taşıdıkları, sonra bu kampa devletin nasıl el koyduğu, üzerindeki tesislerle eski sahibine iade edildiği anlatılıyor. Ama, esas olarak azınlık vakıflarının mülklerine el konulması sürecini kamuoyuna aktarmayı amaçladığı için bu kitapta anlatılmayan bir de Hrant Küçükgüzelyan’ın öyküsü var. Vakfın başkanı ve bütün bu çalışmalara öncülük eden, hayatını bu işe adayan kişi, Hrant Küçükgüzelyan’ın öyküsü.

Hrant Küçükgüzelyan’ın bağışlanmaz suçu…

Kardeşleriyle birlikte Hrant Küçükgüzelyan’ın kurduğu yetimhanede büyüyen, Tuzla Kampı’nın kuruluşunda elleriyle taş taşıyan Hrant Dink’in tanıklığına göre, devlet Hrant Küçükgüzelyan’ın Ermeni çocuklarının eğitimine yönelik çabalarından hoşnut kalmıyor. Gerek Tuzla Kampı’nın, gerekse Gedikpaşa Ermeni Protestan kilisesi bünyesinde kurulan yetimhanenin ve çocuk yuvalarının “kanunsuz kurulduğu” gerekçesiyle birkaç kez “sıkıntı” yaratıyor. Bunun üzerine Hrant Küçükgüzelyan oturuyor ve İçişleri Bakanlığı’na “azınlık”lara karşı baskıcı zihniyeti protesto eden “çok sert” bir mektup yazıyor.

12 Eylül darbesi, Hrant Küçükgüzelyan’ın hem Ermeni çocuklara kendi kimliklerini koruma ve geliştirme olanağı sağlama çabalarını, hem de İçişleri Bakanlığı’na yazdığı “çok sert” mektubun bedelini ağır bir şekilde ödetmek için bulunmaz bir fırsat yaratmakta gecikmiyor. Ermeni çocukların barındığı yuvalar kapatılıyor. 1979’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün açtığı dava üzerine, Azınlık Vakıfları’nın mülk edinme hakkının olmadığı gerekçesiyle 1984 yılında Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nın arazisi, üzerinde tesisleriyle birlikte, bedelsiz olarak eski sahibine iade ediliyor.

Hrant Küçükgüzelyan’ın bu süreçte neler yaşadığını da yine Hrant Dink’ten dinleyelim:

“12 Eylül’den hemen sonra Hrant Küçükgüzelyan gözaltına alındı. ‘Bir ihbar’ üzerine geldiler, odasında arama yaptılar, bütün kitapları, kasetleri, evrakları, buldukları her şeyi çuvallara doldurdular. ‘Soruşturma’ sonuçlandı: Hrant Küçükgüzelyan okul ve kamp çalışmalarında çocuklara Ermeni milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı aşılıyordu. Bu konuda yargılandı, hüküm giydi. 9 ay kadar hapiste yattı. Uzun uğraşlardan sonra tahliyesini sağlayabildik. Yattığı süre aldığı cezayı karşılıyordu. Onu hapishaneden ben getirdim. Çok kötü bir durumdaydı. Bir gün önce feci bir dayak yemişti. Üzerinde sopalar kırmışlardı. Vücudu simsiyah kesmişti. Onu çırılçıplak soydum, fotoğraflarını çektim. Tarihe birer belge olarak sakladım. Dışarı çıktıktan sonra birkaç ay kadar Türkiye’de kaldı. Sonra Fransa’ya gitti. Onu havaalanında ben yolculadım. Şimdi sağ, Marsilya’da yaşıyor”.

Hrant Küçükgüzelyan’ın öyküsünü Türkiye kamuoyu hiçbir zaman öğrenemedi. Onun adı bugün sadece Yapı Kredi Yayınları’nın Cumhuriyet’in 75 Yılı derlemesinde, duruşmada çekilmiş fotoğrafının altında, ana metnin içinde açıklaması verilmeyen şu tek cümlede geçiyor: “24 Eylül’de (1981) Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği’ni basanların bırakılmasını talep ettikleri Hrant Küçükgüzelyan duruşmada.” (s.826)

Tarihsel geriplanıyla birlikte bakılmadığında Hrant Küçükgüzelyan’ın öyküsü binlerce 12 Eylül öyküsünden biri olmaktan öteye gitmez. Oysa bu öykünün gerisinde yatan, onu özel kılan, köklü, kadim bir halkın yüzyılın ilk büyük etnik temizliği sonrasında geriye kalan çok az sayıda bireyinin kültürel, kimliksel varoluş mücadelesinin cezalandırılmasıdır. Hrant Küçükgüzelyan’ın sırtında sopalar kırdıran gerçekte bu varoluş mücadelesidir.

ASALA: Türk Solu ile 12 Eylül cuntasının tek buluşma noktası

Aynı dönemde mücadelesini Ermenilerin kültürel kimliğini koruma ve sürdürme ile sınırlamayan, daha doğrusu ulusal/dinsel kimliğe dayalı böyle bir mücadeleyi reddederek, Ermeni kimliğinin yerine enternasyonalist kimliği koyarak, bu kimlikle sosyalizm mücadelesine katılan Ermeniler vardı. Kırsalda, hücrelerde işkencede, operasyonlarda öldürülen, kimliğinden ötürü iki kat fazla işkence gören bu Ermenilerin bir kısmının gerçek isimleri pek bilinmez. Çünkü onlar isimlerini bile değiştirmişlerdi.

Bu bir yanıyla gönüllü bir “üst” kimlik kuşanma durumu olduğu kadar, onunla birlikte ve aynı zamanda, bizim, Türkiye solunun ırkçılık/milliyetçilikle mücadeleyi gündemimize almamamızın sonuçlarından biriydi. Milliyetçilikle mücadelemiz, “enternasyonalizm bayrağını yükseltmekle” sınırlıydı. Biz o bayrağı yükseklerde tuttukça kendiliğinden milliyetçilikle mücadele etmiş oluyorduk. Mücadele ettiğimiz milliyetçilik de, genel, soyut bir milliyetçilikti. Özel olarak İttihat ve Terakki’nin başlattığı, Cumhuriyet ile süren Türkleştirme süreciyle bir alıp veremediğimiz yoktu. Yoksa radikal solumuzun temsilcilerinden Dev-Sol’un savunmasında, ASALA eylemlerinin değerlendirildiği bölümde, şu aşağıdaki satırlara rastlayabilmemiz mümkün olabilir miydi?

“Anadolu’nun işgale uğramasında Ermeniler adeta öncü kuvvet rolü oynamıştır. Ermeni milliyetçi örgütlerinin istemleri ve mücadele hedefleri (….) daha çok burjuva milliyetçiliğinin biçimlendiği Anadolu’da bir Ermeni devletinin kuruluşunu hedeflemektedir. Diğer yandan Ermeniler (….) istedikleri takdirde geri dönebilirler; fakat bu hiçbir zaman Anadolu’da suni bir Ermeni ulusal topluluğu yaratma amaçlı olamaz.” (Haklıyız Kazanacağız 2, s. 928-930, derleyen D.Karataş)

ASALA’nın eylemleri üzerine Kenan Evren’in “Türk milleti sabırlıdır. Ama sabrın bir hududu vardır. Bu hududu aştığı zaman, bu selin önünde hiç kimse duramaz. Bizim sabrımızı taşırmasınlar. Türk devleti, Türk milleti gerekli mukabil tedbirleri almakta kendisini artık serbest görmektedir,” (Milliyet gazetesi, 12 Haziran 1982) diye açık tehditler savurduğu bir dönemde TKP de ASALA konusunda şöyle bir dil kullanıyordu: “Eğer CIA vb. örgütlerin desteği olmasa NATO ülkelerinde Ermeni terör örgütleri nasıl rahatlıkla at oynatabilirler? … Elbette teröristlerin gözlerini kırpmadan masum insanları öldürmede ve kendilerinin de ölümü göze almada bir eylem motifi oluyor.” (TKP MK yayın organı Atılım, Sayı 8 (116), 1983 “Ermeni Terörizmi Nasıl Önlenir başlıklı yazıdan).

Birçok diğer siyasi hareket gibi Dev-Sol ile TKP de, Ermenileri ancak bu bağlamda “hatırlıyor” ve ASALA eylemleri konusunda “milli infial” frekansı dışına çıkamıyordu.

Ve Aram Pehlivanyan, Ahmet Saydan olarak öldü…

İçimizde ise paralel bir süreç işliyordu. Türkiye solunun büyük bir bölümünü oluşturan bizler, kendi içimizdeki gayrımüslimler ve gayrı-Türklere kimliklerinden ne kadar soyunmuşlarsa, ne kadar “enternasyonalist”lerse o kadar iyi komünist/devrimci kişiler olarak bakıyorduk. Teoride bu enternasyonalizmdi ama sonuçta, fiilen, bu da başka bir “Türkleştirme”ydi.

Bu durumun en uç örneği, Türkiye Komünist Partisi’nin Politbüro üyesi, TKP’lilerin o zaman Ahmet Saydan Yoldaş olarak tanıdığı Ermeni şair, gazeteci, yazar Aram Pehlivanyan’ın ölümü üzerine TKP Merkez Komitesi’nin 13 Aralık 1979 tarihli “Duyurusu”dur.

“TKP Leninci savaş erlerinden birini yitirdi. Türkiye işçi sınıfının yiğit evladı, TKP MK politik Büro üyesi Ahmet Saydan yoldaş, ağır bir hastalıktan sonra 62 yaşında gözlerini dünyaya yumdu,” diye başlayan duyuruda, ne onun gerçek isminin Aram Pehlivanyan olduğundan, ne zamanının önde gelen Ermeni edebiyatçı ve aydınları arasında yer aldığından, yayınlanan Ermenice şiir kitabından, Ermenice siyasi gazete ve dergi yayıncısı ve yazarı olduğundan, üstelik ne de bu gazetelerde kimi Türk basınındaki Ermeni karşıtı milliyetçi tutuma karşı mücadele eden yazıları da nedeniyle hapse girdiğinden söz ediliyordu. “Ahmet Saydan yoldaş”ın “Marksizm-Leninizme, proletarya enternasyonalizmine” bağlılığının bol bol övüldüğü, “bütün partili yoldaşlara, ailesine ve yakınlarına baş sağlığı” dilendiği ve “derin acıları”nın paylaşıldığı duyuru, belli ki Aram Pehlivanyan’ın anısına değil, Ahmet Saydan Yoldaş’ın ölümü vesilesiyle Türkiye’de o dönemde kitleselleşme hamlesi içinde olan TKP kadro ve sempatizanlarına yönelik ajitasyon amacı ile yazılmıştı. Bunu anlayabilmek için, Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan “Özgürlük İki Adım Ötede Değil – Aram Pehlivanyan, Şiirleri ve Yaşamı” adlı kitabın 104-105. sayfalarındaki duyurunun tam metnine bir göz atmak yeter.

***

12 Eylül dönemi ve bugüne olan etkileri birçok bakımdan incelenebilir. Çok büyük acılar yaşandı, çok can yakıcı kayıplara uğrandı. Sanırım biz kalanların yapacağı en iyi şey, ağıt yakmaktan, “düşman”a lanet yağdırmaktan çok, hayatı ve kendimizi daha iyi anlamaya çalışmak, hayattan daha çok şey öğrenmek, kendimizle daha çok uğraşmak. Bir şeyleri gerçekten değiştirebilmenin önkoşullarından önemli biri de bu olmalı…

Yorumlar kapatıldı.