İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye Avrupa için şans

Robert D. Kaplan

Kim demiş imparatorluklar kötüdür diye? Etnik çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğu azınlıklara karşı, tıpkı çağdaşı Habsburg İmparatorluğu gibi, kendisinden hemen sonra gelen tek etnik kökene dayalı demokratik devletlerden daha hoşgörülüydü. Osmanlı halifesi, Türkleri, Kürtleri ve diğer Müslümanları bağrına basıyor, Hıristiyan Ermenilere ve Yahudilere hoşgörüyle yaklaşıyordu.

İmparatorluğu deviren laik düşünceli, modernlik yanlısı ‘Jön Türkler’ ise farklıydı. Kürtleri Ermenilere karşı yürüttükleri topyekûn saldırıda (tarihçiler bugün bunun soykırım olup olmadığını tartışmakta) maşa olarak kullandılar. Osmanlı hoşgörüsünün temelinde bölgesel ayrımcılık yapılmaması vardı. Balkanlar’dan Mezopotamya’ya, oradan güneydeki Yemen’e dek gevşek imparatorluk idaresi aynı şekilde uygulandığından dolayı, azınlıklar egemenlik meselesini kışkırtmadıkları bir düzlemde istedikleri gibi yaşayabiliyordu. Hangi grubun hangi bölgenin denetimini alacağına dair şiddetli çatışmalar ancak, imparatorluk Birinci Dünya Savaşı sonrasında yolun sonuna geldiğinde ortaya çıktı.

Osmanlı Sultanlığı’nın çöküşünün jeopolitik etkileri hâlâ sürüyor: Bu çöküş, Lübnan’daki Hıristiyanların ve Filistin’deki Yahudilerin bölgesel statüsünün ne olacağının yanı sıra Bağdat’ın kuzeyindeki Kürtlerin güneydeki Mezopotamya Araplarıyla aynı idare altında yaşayıp yaşamayacağı sorularını gündeme getirdi. Dahası, Müslüman düşüncesinin yönünü değiştirdi. Selçukluların Bizanslıları Doğu Anadolu’daki Malazgirt’te yendiği 1071’den, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek geçen 850 yıl boyunca İslam’a yön veren ruhani merkez Arabistan veya İran değil, Türkiye idi. Fakat İstanbul merkezli halifeliğin 1924’te resmen kaldırılmasıyla birlikte, İslam yasalarının yorumunda genel kabul gören otorite de ortadan kalkmış oldu. Hemen ardından doktrinel mirasa sahip çıkmak için girişilen rekabette, radikal yorumlar galip geldi.

Küçük Asya’da Büyük Savaş sonrası yaşanan anarşi ve istila, Mustafa Kemal Atatürk’ün katı şekilde laik rejiminin doğmasına yol açtı; istikrar getiren ve Batı yanlısı eğilim sergileyen bir rejimdi bu, fakat bedeli ağır oldu. Bedel, askerileşen bir devlet ve İslam’a yönelik, Anadolu köylülerini ve işçi sınıfını giderek rahatsız eden bir baskıydı. Gecikmeli ve cılız biçimde gelişen demokrasi, etkisiz azınlık hükümetlerine yol açtı. Türk siyasetçileri daima ordunun gelip kendilerini bataklıktan kurtaracağını düşündüğü için, bilinçaltı düzeyinde hiçbir zaman sorumlu davranma gereği hissetmedi ve zaten öyle davranmadı da.

Hiç de iç açıcı olmayan bu gidişat içer- sinde ilk kırılma Turgut
Özal’ın 1983’te başbakanlığa seçilmesi oldu. Küçük Asya’nın kalbinden gelen kurnaz bir siyasetçi olan Özal, birçok Türk’ün kökü derinlere inen dini inancını ve sıradan zevklerini paylaşıyordu. Kuran okumayı ve pembe dizi izlemeyi seviyordu; bir yandan bir Sufi camisinde secdeye varırken, diğer yandan Teksas’taki barbekü partilerine katılmaktan çekinmiyordu. Türkiye’nin Batı yanlısı yönelimini veya hoşgörü eğilimini tehdit etmeden ülkenin siyaset sahnesine dini tekrar soktu. Dış politikanın kontrolünü ordunun elinden yavaş yavaş aldı; seçilmiş bir politikacı için gayet sağlıklı bir tavırdı bu. 1990’ların sonuna gelindiğinde, yeni tür bir Osmanlıcılığa ve bu çerçevede Kürtlerle, Türklerle Kürtlerin paylaştığı İslam inancı temelinde, büyük bir pazarlığa oturmaya meyletti. Fakat Özal 1993’te ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Nasıl Atatürk’ün arkasından çok içkiden öldüğü söylendiyse, Özal’ın arkasından da çok yediği için öldüğü söylendi.

Figürden ibaret değil

Türkiye, aynı Tunus gibi, gerçek bir devlet olduğu ve (Irak da dahil, Ortadoğu’daki birçok bölge gibi) sadece adını zikredebileceğimiz coğrafi bir figür olmadığı içindir ki, buradaki hiçbir şey yok olmuyor; sadece kasvetli bir biçimde dibe vuruyor. Renksiz, kimsenin adını hatırlamayacağı siyasetçilerin yolsuzlukları ve sorumsuzlukları 1990’ların sonunda öyle uç noktaya vardı ki ordu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kisvesi altında tekrar ortaya çıktı ve yumuşak darbe olarak bilinen bir müdahalede bulundu. O dönem MGK’nın toplantılarıyla ilgili görüştüğüm bir uzman, “Generaller ellerinde kalın dosyalarla ders vermeye, sivil kabinenin bakanları ise turistler gibi dinlemeye geliyor” diye konuşuyordu.

Aynı dönemde Türkiye’nin İslami hareketi içinde de bir şeyler olmaya başladı. Bir grup mürit, uzun zamandır liderleri olan, Türk İslamı’nın yaşlı adamıyla yollarını ayırdı. Erbakan’ın hareketi on yıllarca parti politikasının fırtınalı sularında ilerlemişti ve bu yüzden Arap dünyasındaki muadillerinden içgüdüsel olarak daha Batılı bir nitelik taşıyordu.

Ne var ki Erbakan’ın Libya ve İran ziyaretleri, yanı sıra Müslüman kadrolar yetiştirecek dini okul sistemine verdiği destek, onu orta sınıf seçmen kitlesinden uzaklaştırdı.

Derken 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi sahneye çıktı. Partinin 40’lı yaşlardaki lideri, İstanbul’un adı suçla anılan semtlerinden Kasımpaşa’da yoksulluk içinde büyümüştü. Erdoğan yabancı dil bilmiyordu. Eşi başörtüsü takıyordu. Türkiye’nin Avrupalılaşmış muktedir sınıfının standartlarının altıda biriydi. Ancak yetenekli bir siyasetçiydi ve bir yönetici sıfatıyla sicili hayli parlaktı. 1990’ların ortalarında İstanbul belediye başkanlığı yaparken kamu hizmetlerini iyileştirmiş, sokakları temizlemiş ve telefon hatları açarak belediye yetkililerini daha ulaşılabilir kılmıştı.

ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği ve Irak işgaline hazırlığın ilk aşamalarında olduğu 2002 yılına gelindiğinde, inançlı bir Müslüman olan Erdoğan, Türkiye’de en popüler değil, tek popüler siyasetçi olarak sivrildi. Zira Türk seçmenler, viskilerini yudumlayıp ülkeyi siyasi ve ekonomik yıkıma sürükleyen laik yöneticilerden iyice bıkmıştı.

Erdoğan, güçlü akıl hocası Erbakan’dan (oğluna onun ismini vermişti) koptuktan sonra reformcu kimliğini geliştirmeyi ve İslamcı tabanın dışındaki insanlara ulaşmayı başardı. İçten ve dürüst bir lider olarak görülüyordu. O, sadece vaatlerde bulunan bir başka Türk siyasetçiden ziyade, verdiği vaatleri yerine getiren yetkin bir idareciydi. 2002 yılı yazının sonlarında yapılan anketler, yaklaşan kasım seçimlerinde partisinin ezici bir zafer kazanacağını ve tek başına iktidar olacağını gösteriyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, Erdoğan seçimlerden hemen önce milletvekilliği adaylığından teknik olarak alıkonulmasına rağmen, muazzam bir popülerlik kazandı. Yani Türk ordusunun, ne kadar ılımlı olsa da, İslamcı bir partiyi iktidardan uzak tutma yönündeki bu son dakika girişimi de işe yaramadı. Bush yönetimi seçimlerden önce Erdoğan’la belli kanallar üzerinden temasa geçip, Irak işgaline destek verip vermeyeceğini tartmış olmalıydı. Fakat Washington, Türkiye’ye dair, Türk ordusuna daima güvenebileceği fikrine dayalı eski paradigmaya öyle saplanıp kalmıştı ki askeri yetkilileri Erdoğan’ın siyasi faaliyetleri üzerindeki yasağı kaldırmaya bile zorlamadı. Tabii ki sonuçta Adalet ve Kalkınma Partisi seçimleri, üstelik Bush yönetimine karşı hiçbir borç altına da girmeden, rahatlıkla kazandı. Erdoğan’ın üzerindeki yasak kalkıncaya dek geçen birkaç aylık süre içinde başbakanlık görevini mesai arkadaşı Abdullah Gül yürüttü.

Erdoğan’ın bir siyasetçi olarak en ayırt edici özelliklerinden biri, dar görüşlü olmaması. Bu yüzden, Washington’ın başta kendisine soğuk yaklaşmasına rağmen, Türk meclisinin ABD birliklerinin Irak harekâtında Türk topraklarını kullanmasına izin vermesi yönünde perde arkasında çaba gösterdi. Sadece burun farkıyla kaybetti ve bunun nedeni sadece partisi içindeki inatçı İslamcılar değil, ABD’ye destek vermeyen laik muhalefetti (Cumhuriyet Halk Partisi). Erdoğan lobi faaliyetlerine, daha önce hükümet tecrübesi olmayan partisi iktidara gelir gelmez başladı. Henüz yasal olarak başbakan olmaması, hatta meclis üyesi bile olmaması, bu konuda yoğun mesai yapmasını engellemedi.

ABD geç fark etti

Erdoğan’ın ılımlı, reformcu İslam’ı, 21’inci asrın sosyal ve siyasi gerçeklikleri çerçevesinde, Fas’tan Endonezya’ya dek, tüm uzlaşma yanlısı Müslümanlar için en büyük umudu temsil ediyor. Bush yönetimi bunu, Türkiye’nin ABD birliklerinin geçişine izin vermediği Mart 2003 fiyaskosundan kendisini kurtaramayacak kadar geç kavradı. Peki ya Avrupalılara ne demeli?

Gelecek aralıkta kararsızlık içindeki Avrupa Birliği, Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlayıp başlamama kararını alacak. Bu kararsızlığın anlaşılabilir ve anlaşılmaz nedenleri var. Anlaşılabilir olanlar, birliğe yakın zamanda katılan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin hepsinden çok daha yoksul ve kalabalık 70 milyonluk bir ülkeyi sindirmenin zorluğuna dayanıyor. Anlaşılmaz olanların odağında ise, tam da Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması var. Avrupa kendi içinde bu kadar fazla Müslüman istiyor mu?

Bu soruya yanıt vermek konusunda Avrupa’nın önündeki seçenekler fazla değil. Avrupa’daki Müslüman nüfus zaten artıyor; demografik göstergeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Viyana kapılarına dayandığı Ortaçağ’daki göstergelerden hiç farklı değil. Dahası, Türkiye sadece coğrafi olarak Avrupa’ya değmekle kalmıyor, onunla halihazırda güçlü ekonomik ilişkiler sürdürüyor. Geriye kalan tek mesele, Avrupa’nın Türkiye’deki İslami ılımlılaşma sürecini ekonomik kalkınma aracılığıyla teşvik edip etmeyeceği. Irak’ta savaşanlar ve ölenler Amerikan askerleri olsa da, bölgenin istikrarından en kazançlı çıkacak olan taraf, coğrafi ve demografik yapısından dolayı Avrupa. Ve bu istikrarı ileriye taşımanın en garantili yolu, Türkiye’yi Avrupa’nın parçası kılmak.

Batı’nın Türkiye konusunda hiç bu kadar şanslı bir dönemi olmamıştır. Türkiye’nin Osmanlı köklerini keşfederek yeniden İslamileşmesi ne olursa olsun gerçekleşecek; Atatürk’ün cumhuriyetçi laikliği artık gerilerde kaldı. Bu noktada tek sorun, Kemalizm’den yaşanan bu kopuşun radikal mi yoksa ılımlı bir rota mı izleyeceği. Erdoğan’ın siyasi temayülleri, ılımlı seçeneğe işaret ediyor. Avrupa bu fırsatı kaçırmamalı.

(Aylık Amerikan dergisi, Aralık 2004)

Yorumlar kapatıldı.