İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

AB yolunda azınlık kavgası

SAFA REİSOĞLU

Uluslararası sözleşmelerde, bir toplumu oluşturan, ancak ‘etnik, dinsel, dilsel veya kültürel açıdan farklılıklar gösteren vatandaş gruplarını’ ifade etmek üzere ‘ulusal azınlık’ deyimi kullanılmaktadır.
Vatandaşlar için ‘azınlık’ deyiminin kullanılması, aslında yadırgatan bir ifadedir. Vatandaşlar, belli etnik, dinsel, dilsel vs. özellikleri de olsa, vatandaşı oldukları devletin, eşit haklara sahip asli unsurlarıdır.

Türkiye’nin çözüm çabaları

Tarihin kaydettiği en büyük üç imparatorluktan biri olan Osmanlı’nın dağılmasından sonra, yeniden yapılanan Türkiye Cumhuriyeti’nin bünyesinde de, vatandaş olarak, farklı etnik, dinsel, dilsel veya kültürel özellikler gösteren 20’yi aşkın grup vardır.

Azınlıklar sorununun, Avrupa Konseyi ve AB’nin genel tutumu yönünde çözümlenmesi için, Türkiye, özellikle son yıllarda, ciddi adımlar atmış, Anayasası’nda ve kanunlarda ‘reform’ niteliğinde değişiklikler yapmıştır.

İlerleme Raporu’nda bu değişikliklere yer verilmiş, ancak etnik açıdan Kürtlere, dinsel açıdan Müslüman olmayanlar ve Alevilere ilişkin olarak azınlık sorununa tekrar değinilmiştir. Raporda şu görüşler yer alıyor:

“Güneydoğuda durumun normalleştirilmesi süreci, sosyoekonomik gelişim stratejilerinin geliştirilmesi, Kürt ve diğer azınlıkların hak ve özgürlüklerini kullanabileceği koşulların tesis edilmesi suretiyle sürdürülmelidir.

İnanç özgürlüğünün Anayasa ile garanti altına alınmış bulunmasına ve ibadet özgürlüğünün engellenmemesine rağmen, gayrimüslim toplulukların, tüzel kişilik ve mülkiyet hakları, din adamı yetiştirmeleri ve okulları ile ilgili olarak karşılaştıkları zorluklar sürmektedir. Aleviler hâlâ Müslüman azınlık olarak kabul edilmemekte.”

İHDK raporu

AB’nin İlerleme Raporu’ndan hemen sonra, ‘azınlık’ sorunu, Başbakanlık bünyesinde yasayla kurulan İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun (İHDK) raporunda ve aynı günlerde eski DEP milletvekili Leyla Zana’nın Avrupa Parlamentosu’nda (AP) ve sonra Türkiye’de yaptığı konuşmalarındaki görüş ve önerilerle farklı boyuta taşındı ve ciddi tartışmalara yol açtı. İHDK’nın ‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu’nca hazırlanan raporda iki önemli görüş ve öneriye yer veriliyor:

1- Anayasamızın 3/1 maddesinde, “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” denilmektedir. Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü doğaldır. Fakat ‘milletin bölünmez bütünlüğü’ kavramı, Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli altkimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.

2- Türkiye, Osmanlı yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan altkimlikleri (çeşitli etnik, dinsel vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır. Fakat imparatorluktaki üstkimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) ‘Osmanlılık’ iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘Türklük’ olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda, ‘altkimliklerden’ bir tanesi aynı zamanda ‘üstkimlik’ olarak belirtilmiştir ki, bu durum diğer altkimlikleri yabancılaştırıcı niteliktedir. Eğer bu üstkimlik ‘Türkiyelilik’ olsaydı bu durum ortaya çıkmazdı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve ilgili yasalar yeni baştan yazılmalıdır. Tek kültürlü ulus-devlet modelinin insan haklarını göz ardı eden boyutu yerine ‘Türkiyelilik’ üstkimliği altında çokkültürlü yeni bir toplum modeli benimsenmelidir.

Zana’nın sözleri

Leyla Zana da, 14 Ekim 2004’te AP’deki konuşmasında, “Kürtler, sorunun Türkiyenin coğrafi bütünlüğü içinde barışçıl çözümünde kararlıdır. Kürtler, Cumhuriyet’in kurucu asli unsurudur. Kürtlerin azınlık değil, çoğunluğun bir öğesi olduğu yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır” görüşünü dile getirmiştir.

Daha sonra 23 Ekim 2004’te ‘Demokratik Toplum Hareketi’ adıyla yeni bir partileşme sürecinin başlatıldığının açıklandığı basın toplantısında Zana’nın okuduğu metinde, “Türkiye toplumu tek tipli değil. Hedefimiz, yeni demokratik ve evrensel bir anayasa ile, Kürtler de dahil, tüm etnik farklılıkların ‘Türkiyelilik’ üstkimliği altında tanımlanmasını sağlamaktır” ifadesi yer almıştır. Sonuç olarak Zana da, Anayasa’nın değiştirilmesini, yeni anayasada Kürtlerin çoğunluğun bir ögesi olarak yer almasını, ‘Türklük’ yerine ‘Türkiyelilik’ üstkimliğinin benimsenmesini önermektedir.

Değerlendirmeler

1- İHDK’nın raporundaki görüş ve öneriler, hiç şüphesiz çok yönlü bir tartışmaya geniş ölçüde açıktır. Ancak, hemen işaret edelim ki, ister kişiler tarafından kendi adlarına, ister kurul veya kuruluşlar adına açıklanmış olsun (şiddet içermeyen) her görüş, yadırgasak da, saygıyla karşılanmalıdır. Sağlıklı çözümler, hoşgörüyle ve içtenlikle değerlendirilen, tartışılan farklı görüşlerin ürünüdür.

2- İHDK raporunda yer alan, Anayasamızın 3. maddesindeki ‘milletin bölünmez bütünlüğü’ kavramının, milleti oluşturan çeşitli altkimliklerin inkârı anlamına geleceği şeklindeki görüşü paylaşamıyoruz.

Türk milleti, Türk devletinin ‘vatandaşı’ olan herkesin, eşit şartlarda, birlikte oluşturduğu bir toplumu ifade eder. Türk milletini oluşturan vatandaşların, etnik, dinsel, dilsel, kültürel özellik ve farklılıkları olabilir. Böyle bir altkimlikleri varsa, bu altkimlik, ‘Türk olma’ üstkimliğiyle çelişmez.

Belirttiğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin, yapısında farklı alt kimliği olan vatandaş grupları vardır. Ancak ‘Türk’ kimliği, bütün vatandaşlarımızın, tarihin derinliklerinden geleceğe uzanan bir çizgide, gururla benimsediği, bütünleştiği bir ‘üstkimlik’tir. Bugün herhangi bir vatandaşa hangi milletten olduğunu sorunuz, etnik, dinsel, kültürel altkimliği ne olursa olsun, size, ‘Türküm’ diye cevap verecektir. Kürt etnik kökenli vatandaşlarımızın da, bütün tahriklere rağmen, büyük çoğunlukla aynı cevabı verecek olması şaşırtıcı bir sonuç olmayacaktır.

3- İHDK raporunda, Osmanlı’dan da söz edilerek, ‘Türk’ üstkimliği yerine ‘Türkiyelilik’ üstkimliğinin benimsenmesi ve bu üstkimlik altında çok kültürlü yeni bir toplum modelinin kabul edilmesi önerilmektedir.

Osmanlı’nın (dağılmasından sonra topraklarında 25’ten fazla devletin kurulduğu) sosyo-politik yapısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının aynı olduğunu söylemek, kolaylıkla mümkün değildir. Bu konuda daha da önemli olan nokta, ‘Osmanlılık’ deyimiyle ‘Türklük’ deyiminin geniş ölçüde aynı paralelde olduğunun dikkatten kaçması, ‘Osmanlılık’ deyiminin ‘Türkiyelilik’ deyimiyle aynı nitelikte olduğunun zannedilmesidir.

Raporda yer alan ve bir kısım Kürt etnik kökenli vatandaşlarımızca uzun zamandır savunulan ‘Türkiyelilik’ üstkimliği aslında bir üstkimlikten çok, coğrafi bir bağlantıyı ifade etmektedir. ‘Türkiyelilik’ önerisi, vatandaşların ortak noktalara ağırlık vererek bir üstkimlikte bütünleşmesi yerine, altkimlikleri, belli farklılıkları vurgulayarak ayrılıkları ön plana çıkaran bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşım, Türk toplumunun gerçeklerine, vatandaşlarıın büyük bölümünün isteğine ve bu konudaki uluslararası gelişmelere aykırıdır.

Avrupa’nın tutumu

1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) doğrudan doğruya ‘azınlık hakları’na ilişkin hükümlere yer verilmemişti. Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra, (AB’yi oluşturan devletlerin de üyesi olduğu) Avrupa Konseyi bünyesinde ‘ulusal azınlıkların korunmasını’ öngören bir ek protokolün ve/veya sözleşmenin hazırlanmasına yönelik tartışmalar başladı. Söz konusu tartışmalar da 40 yılı aşkın bir süre devam etti ve 1995’te ‘Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin imzaya açılması ve 1998’de yürürlüğe girmesiyle sonuçlandı. Sözleşmeyi 42 devlet imzaladı. Türkiye ve Fransa bugüne kadar imzalamadı.

Çerçeve Sözleşme’de ‘ulusal azınlık’ deyimi (kavramda bir anlaşmaya varılamadığı için) tanımlanmadı. Ancak, uygulamada ‘giriş’ bölümündeki ifadeden esinlenerek, ulusal azınlığın belirlenmesinde ‘etnik, kültürel, dilsel ve dinsel açıdan farklı bir kimliğin söz konusu olmasının’ kavramı karakterize eden bir kriter olarak kabul edilebileceği görüşü benimsendi.

İmzacı devletlerden bir kısmı, Avrupa Konseyi genel sekreterine yaptıkları bildirimde, sözleşmede ‘ulusal azınlık’ kavramının tanımlanmamış olmasından hareket ederek, ‘ulusal azınlık’ kavramını ‘vatandaş azınlık’ ile sınırladı. Bu arada, örneğin Almanya yaptığı bildirimde, ‘ulusal azınlık’ olarak kabul ettiği Alman vatandaşı olan belli grupları tek tek sayarak ülkesindeki Türkleri sözleşmede öngörülen korumanın dışında bıraktı.

Hukuki ilkeler

Çerçeve Sözleşme’de ‘ulusal azınlıkların korunmasına’ yönelik devletlerin doğrudan doğruya uygulayacağı kurallar değil, fakat bu amaçla gerçekleştirmeyi kabul ettikleri ‘hukuki ilkeler, hedefler’ belirtilmiştir. Bu ilkelerin hareket noktası sözleşmenin giriş bölümünde “Demokratik bir toplumda, ulusal azınlığa mensup kişilerin etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı göstermekle yetinilmemeli, onların bu kimliği ifade etmelerini, korumalarını ve geliştirmelerini sağlayacak uygun koşullar da yaratılmalıdır” denilmek suretiyle ifade edilmiştir. (Çerçeve Sözleşme ve bu sözleşmede öngörülen hak ve özgürlükler için Bkz. Safa Reisoğlu, Uluslararası Boyutlarıyla İnsan Hakları, İstanbul 2001, sayfa 187 vd.)

Çerçeve Sözleşme’de ve sözleşmenin gerekçesinde belirtildiği üzere, sözleşmedeki hak ve özgürlükler ‘insan haklarının’ bir parçasını oluşturur.

Bu hak ve özgürlükler, devletlerin egemenliğine, ülke bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına saygı gösterilmesini esas alan bir yaklaşım içinde, bireysel insan haklarının, ‘bireysel kapsamda kimliğin’ tanınmasına yöneliktir. Diğer bir deyişle, sözünü ettiğimiz Çerçeve Sözleşme’de öngörülen ‘azınlık hakları’, azınlığa mensup topluluklara tanınan bir ‘kolektif hak’ niteliğinde değildir.

Söz konusu haklar ‘self determinasyon: kendi kaderini belirleme’ hakkını kapsamaz, ayrılıkçı bir eylemde bulunma hakkını vermez. Türkiye Çerçeve Sözleşme’yi imzalamadığı için hükümleriyle bağlı değil. Ancak, Kopenhag Kriterleri uyarınca, azınlık haklarını sağlamakla yükümlüdür. Bu nedenle, AB, Türkiye ile ilişkilerinde ‘azınlık hakları’ açısından Çerçeve Sözleşme’deki kuralların tüm vatandaşlar için geçerli ‘temel hak ve özgürlükler’ kapsamında uygulanmasını ılımlı bir yaklaşımın içinde istemektedir.

Küreselleşme

Küreselleşen dünyamızın yaklaşımı, farklılıklarda bölünme değil, ortak çizgilerde bütünleşmedir. AB’nin Anayasası imzalanmıştır. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin vatandaşları, aynı zamanda, AB’nin, diğer bir deyişle ‘Avrupa Birleşik Devletleri’nin de vatandaşı olacaktır. Birliği oluşturan toplumlar için yeni bir ‘üstkimlik’ ortaya çıkmıştır. Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, bu toplumların bugünkü ‘üstkimliği,’ zaman içinde artık bir ‘altkimliğe’ dönüşecektir.

Türkiyemiz, tarihi gelişim içinde oluşmuş, şekillenmiş sosyo-politik üst yapısını yeniden tartışmaya açmaksızın, bütün vatandaşlarına, bireysel çerçevede, uluslararası sözleşmelerde öngörülen ‘temel hak ve özgürlükleri’ mümkün olan en geniş ölçüde tanıyarak, tam bir dayanışma içinde, AB’deki yerini süratle almanın dikkat ve çabası içinde olmalıdır.

Prof. Dr. Safa Reisoğlu: Eski Milli Eğitim Bakanı, Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu Başkanı, Avrupa
İşkence ve Fena Muameleyi Önleme Komitesi üyesi, ‘Uluslararası Boyutlarıyla İnsan Hakları’ kitabının yazarı.

Yorumlar kapatıldı.