İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yazı-tura, Rum-Kürt

MESUT YEĞEN*

Uğur Yücel’in filmi, dert ettiği meseleye dair yeni bir şeyler anlatıyor. “Yazı Tura”, akibetine dair hikâyenin bir hayalden ibaret olup olmadığı bile belirsiz Kürt kızı Elif’in (Yağmur Özkan) ve bir çatışma sonrasının görüntüleri haricinde, Kürtlerden, Kürt militanlardan, Kürt meselesinden neredeyse hiç söz etmeden, Kürt meselesine dair bir şeyler, bana sorarsanız, meselenin tam da esasına dair bir şeyler anlatıyor; meselenin, Türk asker-Kürt militan karşıtlık ve benzeşmesini merkeze alan naif anlatı biçimlerinde ima edilenin epey ötesinde bir esası, hazmı zor bir çekirdeği olduğunu gösteriyor. Filmin, Kürt meselesini, Kürtleri, militanları göstermeden bunu nasıl yaptığına gelince; Kürt meselesinin hazmı zor çekirdeğini göstermek için Rumları, memleketin (gayrimüslim) azınlıklarıyla yaşamış olduklarımızı göstermek fazlasıyla yetiyor.

Aslında, filmin Rumlarla yaşadıklarımıza dair ikinci hikâyesi, ilk bakışta, filmin ilk hikâyesiyle kurulan genel anlatıda tuhaf bir ‘aksaklığa’ sebep olur gibidir. İlk hikâye, bacağını mayına kaptırmış Güneydoğu gazisi kahramanın (Olgun Şimşek) yaşadığı ‘sıkıntıyı’ merkeze alması itibarıyla, dolaylı da olsa Kürt meselesine dair bir hikâye olarak ‘kalırken’, kahramanın ‘tutunamamış’ başka bir Güneydoğu gazisi (Kenan İmirzalıoğlu) olduğu ikinci hikâye, ülkenin Rum yurttaşlarının yaşamış olduklarına, bizim onlarla tecrübe etmiş olduklarımıza, bugünkü temasımıza dair bir öyküye yaslanıyor. İkinci hikâye, kahramanın Kürtlerle savaşmış olmasını, bu savaşta bulunmuş olmaktan kaynaklanan ‘sıkıntılarını’ geri plana bırakıp, kahramanla, bir zaman Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmuş Rum (Yunanistan yurttaşları) akrabalarını karşı karşıya getirerek azınlık meselemize bakıyor. Güneydoğu gazisi iki kahramanın öyküsü üzerinden Kürt meselesiyle başlayan film, bu anlatı yapısı dolayısıyla, ilk anda bir aksama hissi yaratsa da, film bittiğinde, anlatı yapısındaki bu ‘aksaklığın’ aslında filmi bütün kıldığı anlaşılıyor. Rum yurttaşlarımızla yaşadıklarımıza dair ikinci hikâyenin, Kürt meselesiyle daha doğrudan ilgili görünen ilk hikâyenin devamı, daha doğrusu her iki hikâyenin de bir ve aynı büyük hikâyenin farklı epizodları olduğu ortaya çıkıyor.

Söylemek istediğim “Yazı Tura”nın Kürtler ve Rumlarla yaşadıklarımıza dair iki hikâye üzerinden, ‘azınlıklar’ meselemize ilişkin ‘genel’ bir şeyler söylediği değil. ‘İçimizdeki bize benzemeyenlerle’ ne edeceğimize dair genel bir şeyler söylemekle birlikte, filmde yer bulan Kürtlere ve Rumlara (Kürt meselesine ve ‘Rum meselesine’) dair iki farklı hikâyenin her ikisinin de, esas olarak Kürt meselesine dair büyük hikâyenin parçaları olduğunu düşünüyorum. Biçimsel olarak Rumlarla yaşadıklarımız üzerine olmakla birlikte, filmdeki ikinci hikâye, kanaatim o ki, Kürt meselesinin son birkaç yılda girmiş olduğu yeni bir mecrayı işaret ediyor. Kürtlerin memleket ahalisinin bilinçaltında ‘Rumlaşmakta’ olduğu uyarısını yapıyor. Uğur Yücel’in filmi dert ettiği meseleye dair yeni bir şeyler anlatıyor derken bu uyarıyı kastediyorum.

Rumlar ve Kürtler

Filmde de rahatlıkla izlenebildiği üzere, yaşanmış olanların bütün vehametine rağmen, mevcut durumda Türkiye’nin ‘Rum (yurttaşlarıyla) meselesi’ ya da genel olarak gayrimüslim azınlıklarla ilgili yaşadıkları, daha ziyade nostaljik bir önem arzediyor. Meselenin cari bir hükmü kalmadı, çünkü memlekette ne Rum, ne de Ermeni kaldı. Peki, cari bir önem arz etmeyen ‘Rum meselesine’ dair bir hikâyeyi, ülkenin yüzyıllık ulusdevletleşme tarihinde Ermeniler ve Rumlarla yaşadıklarımıza benzer şeyleri neredeyse hiç yaşamadığımız Kürtlerle ilgili bir hikâyenin peşine takmak niye? “Yazı Tura”daki bu ‘aksaklığın’ sebebi ne olabilir? Ülkenin, asimilayon vasıtasıyla Türkleşebileceğine inanılan Müslüman bir kavimden oluşan bu yurttaşlar topluluğuyla ilgili bir hikâyeyi, baştan beri Türkleşebileceklerine hiç inanmadığımız, ancak ve ancak mevzuatla sınırlı, Kanun-i Esasi Türklüğü mertebesine ulaşabileceklerini düşündüğümüz ve artık birkaç bin kişilik bir cemaatten ibaret kalmış bulunan gayrimüslim yurttaşlarla alakalı bir hikâyeyle birlikte düşünebilmeye sevk eden ne olsa gerek? Bu sorunun ‘doğru’ cevabı, anlatıda gerçekleştiğini iddia ettiğim aksaklığın, aslında filmi nasıl bütün kıldığını da açıklar: “Yazı Tura”, ülke insanının, ahalinin Kürtlere dair kolektif hissiyatında ortaya çıkan bir büyük bozulmayı anlatıyor; ya da bu büyük bozulmanın gerçekleştiği bir vasatta ortaya çıkmış bir film-metindir. “Yazı Tura”, Müslüman Kürt yurttaşlar meselemize dair hikâyesinin ardına, gayrimüslim Rum yurttaşlar meselemizle ilgili hikâyeyi eklediğinde, şimdiye dek görmezlikten geldiğimiz bir büyük tehlikeyi artık gözümüzün içine sokar: Kürt meselesi, şimdiye kadar hep olmuş olduğu gibi, devletle Kürtler arasında bir mesele olmaktan çıkmaya yüz tutup, Türkler ve Kürtler arasında bir meseleye dönüyor. Bu itibarla, film Müslüman Kürtlerin Türkleşebilme kapasitelerinin, gayrimüslim Rumların Türkleşebilme kapasitelerine ‘çekilmeye’ başlamış olduğuna dair bir uyarıya denk düşer. Nihayetinde, “Yazı Tura”, anlatısını bütünleştiren aksaklığı vasıtasıyla, Kürtlerin ahali nezdinde ‘Rumlaşabileceği tehlikesine’ dikkatimizi çekiyor. Filmin anlatısında yeni olan budur; Kürt meselesinin şimdiye dek pek de yakınından geçmemiş olduğu bir büyük eşiğe ulaşmasının artık an meselesi olduğunu haber veriyor.

Yerli Loizidular

Aslında, bu büyük eşikten, ne kadar yüzleşmek istemesek de, epey bir müddettir haberdardık; habercilerimizin ikisi, birbiriyle alakasız iki şahsiyetti. Fikret Bila ve Abdullah Öcalan. Her iki şahsiyet de, tuhaf bir benzerlikle, Kürtlerin ‘Rumlaşma ihtimaline’, diğer bir deyişle, Kürtlerin, ahali nezdinde ‘devlet ve millete sadakatlerini yitirme tehlikesine’, bir zaman önce dikkat çekmişlerdi. Hükümetin, zorunlu göç sebebiyle köylerinden ayrılmak zorunda kalan yurttaşları yerlerine döndürebilmek amacıyla hazırladığı “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması”na dair yasanın gerekçesini yorumlayan Fikret Bila’nın soğukkanlılığı, doğrusunu söylemek gerekirse, tüyler ürperticiydi. Bila’ya göre yasanın amacı açıktı: “Yerli Loizidular olmasın”. Güney Kıbrıs yurttaşı Loizidu’nun Türkiye Cumhuriyeti aleyhine AİHM’nde açtığı ve kazandığı davayı biliyoruz. Bila’nın tuhaf ve ilk bakışta kendi içinde çelişkili (yerli ve başka ülkenin yurttaşı) yorum-tabiri Kürtlere dair oluşmakta olan hissiyatın ilk habercilerinden biriydi. İkinci haberci ise Abdullah Öcalan oldu. Öcalan da bir süredir, Kürtlerin Kurtuluş Savaşı esnasında ‘Rum tebanın oynadığı rolü’ oynamak üzere, ABD ya da AB tarafından hazırlandığını buyuruyor. Her iki yorum da, Kürt meselesinin ardında, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleştirilmesine dair toplumsal bir talebi değil, Cumhuriyete ve Türklüğe sadakatten ayrılma ihtimalini görüyor.

Bu tehlikeli ihtimale yol açanın ne olduğu muamma değildir: Memleketin Müslüman kavimlerinden Kürtlerin, Anadolu’nun öteki Müslüman kavimlerinden farklı olarak Türkleşmeye direndikleri artık apaçık ortaya çıktı. Özümseme vasıtasıyla, Anadolu’nun Müslüman sakinlerinden bir Türk milleti yaratacağına iman etmiş Türk milliyetçiliği açısından, bu açık bir travmadır, başka bir şey değil. Türkiye Cumhuriyeti siyasi birliğini aynı dili konuşan, kültürel olarak homojenleşmiş (Sünni) Müslümanlar arasındaki bir birlik olarak tasavvur eden bu zihniyet, Müslüman bir kavim olarak Kürtlerin direncini bir yere koyamadığından, Kürtleri, Türkleşebileceklerine asla inanmadığı gayrimüslimlere benzetmekten başka bir yol bulamıyor. Yerli Loizidular olmasın, işbirlikçi Kürtler, Yahudi-Kürtler vb. tuhaf tabirlerin ardında Kürtlerin asimilasyona direnmiş olduğu gerçeğiyle baş edememek vardır. Memleketin asimile olunabileceğine inanılmayan (gayrimüslim) yurttaşlarıyla yaşadıklarımız hesaba katıldığında bu duruma karşı müteyakkız olunması elzemdir.

“Yazı Tura”yı böylesi bir teyakkuz çağrısı olarak okumak, izlemek gerekiyor.

* ODTÜ

Yorumlar kapatıldı.