İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çözüm: Vatandaşlığın yeni tanımında

Azınlık sorunu, Başbakanlık
İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporuyla bir kez daha gündeme gelirken, yeni
bir vatandaşlık tanımının da gerekliliği ortaya çıkmış oldu. Yazar Etyen
Mahcupyan’la bu tanımının nasıl yapılması gerektiğini konuştuk…"Çözüm
Vatandaşlığın Yeniden Tanımında"

 


Başbakanlık İnsan Hakları
Danışma Kurulu raporunu açıkladıktan sonraki tartışmalar sanki bir paniğin
belirtisi, yani tarihsel bir paranoyanın mı ürünü gibiydi?

Siz çok uzun süre birşeyi
tartışmamışsınız, ayrıca tartışmamayı siyasi bir araç haline dönüştürmüşseniz, o
zaman tartışmanın kendisi bir tür siyasi tehdit olmaya başlar. Tartışmanın
içeriğine değil de "niçin şu anda bu tartışma yapılıyor?" a bakılır. Arkasında
ne olduğu bulunmaya çalışılır. Şimdi Kemalistler de meseleye öyle bakıyor. Öyle
baktıkları için de psikolojik olarak kendilerini baskı altında hissetmeleri çok
doğal. Şu anda bütün azınlık tartışmalarının arkasında aslında resmi ideolojinin
çok tıkanık, çok kaba saba olması yatıyor. Dolayısıyla onun da biraz rafine
edilmesi gerekiyor. Bugünkü dünyaya uygun bir resmi ideolojinin yeniden
üretilmesi gerekiyor. Resmi ideolojiye taraftar olmayabiliriz ama ben bundan çok
memnun olacağım. O zaman hiç değilse daha eş düzeyli, daha anlamlı bir devlet
toplum ilişkisi üretmek mümkün olur. Şimdi sadece baskı, korku ve tedirginlik
üzerinden yürüyor bu ilişki.


 


Daha önce AB İlerleme raporunda
da ele alındı bu sorun. Ancak son tartışmalarda dile gelen önemli bir nokta var,
Lozan bile uygulanmıyor denildi?

Söylenmeyen ama varsayılan ve
üzerinden siyaset inşa edilen bir durum. Bize söylenen, "Lozan’ın mecbur
kaldığımız için yaptığımız bir sözleşme" olduğuydu. "Lozan’ı gerçek, olduğu gibi
anlamak zorunda değilim" diyen bir devlet var karşımızda. Ancak Lozan bu
devletin kurucu anlaşması. Kendi kurucu anlaşmasından sapmak isteyen bir
bürokratik anlayış söz konusu. Bir de sorunun bugüne yansıması var. Lozan’ı
bilmeyen, okumaya dahi gerek duymayan ama Lozan’ı sürekli kullanarak "Kemalistlik"
yapan bir insan grubu var karşımızda. Aslında söyledikleri şey Lozan’ın kendisi
değil. Bu söylediğim normal bir durum değil. Normalleşmek birşeye varolduğu
biçimiyle bakmayı gerektirir. Burada açık bakış olmayınca, normalleşmek çok zor.


 


"Azınlık kavramı"nın
uluslararası boyutta nasıl anlaşılması gerekir?

Azınlık tali bir kavram, asıl
olay demokrasiden ne anladığımız ve burdan giderek yurttaşlığın ne olduğu.
Modernizmin tartışılmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa, Amerika çok büyük bir
değişim geçirdi. Çünkü modernizmin bu dünyanın sorunlarını çözemediği çok açık.
Sadece atomize hale getirilmiş ve birbiriyle ilişki zorunluluğu olmayan
bireylerle bugünkü dünyanın sorunları çözümlenemiyor. En bariz şekilde, liberal
bir dünyada başkasının sizi rahatsız etmediği sürece herşeyi yapması normal
karşılanıyor. Herkes kendi haklarını daha fazlalaştırmaya çalışıyor.
Birbirlerini rahatsız etmeden. Fakat kültür dediğimiz şey, varlığıyla
başkalarını rahatsız edebilir. Mesela başörtülü bir kadının yolda yürümesi… O
kimseye birşey yapmıyor. Sokakta yürüyor, kimseye çarpmıyor. Yani, Liberal
dünyada çok doğal olması gerekn durum ama bu dünya bu sorunu çözmüş değil.
Demokratik bakış ise "kendim ne istiyor olursam olayım sen ne istiyor olursan ol,
birlikte üçüncü doğruyu konuşarak bulmak zorundayız" der. Konuşan, tartışan ve
eşitliği bu doğrultuda koyan bir toplum. Vatandaşlık tanımı da klasik devlete
bağlı olan tek tek bireylerden çıkıp birbiriyle konuşarak bir kamusal alan
yaratan eşdüzeyli bireylere doğru döndü. Azınlık da hukuki olmaktan çok
sosyolojik bir vaka oldu. Eşdüzeyli ortamda daha çok zorlanan, dışarda kalanlara
azınlık denmeye başlandı. Hukuki olarak, onlara ne derse densin. Avrupanın
bakışı biraz böyle. Avrupalılar buraya geliyor. Birsürü insanla konuşuyorlar:
alevilerle, kürtlerle; "biz farklıyız, biz horlanıyoruz" şikayetini duyuyorlar.
Avrupalılar da bu cümlelere baktığı zaman "burda azınlık var" diyor. Onların
azınlık demesinin nedeni, kürtlerin veya alevilerin bilerek veya bilmeyerek
kendilerini azınlık olarak tanımlamaları. Ama azınlık kelimesini sevmiyorlar.
Çünkü bizim toplumumuzda azınlık aşağı birşey. Ataerkil, Osmanlı cemaat
yapısından kalan bir mantık. Dolayısıyla aşağıda tutuyor azınlık olmayı.


 


Bir de azınlık olmanın
bedelinin pek parlak olmadığı bir tarih var, geçmişimiz de…

Aynen. Öte yandan, Aleviler
için azınlık olmak demek; devlet imkânlarından yararlanamamak demek. Bu da
marjinalleşme riskini beraberinde getiriyor…


 


Öteki olma korkusu mu?

Evet, sistemin içinde olmak
istiyorlar. O zaman da kendilerine azınlık denmesini istemiyorlar. Türkiye
devletinin azınlıktan ne anladığını, geçmiş uygulamalara baktıkları zaman
görüyorlar ve hiç hoşlanmıyorlar. Yoksa başka türlü bir azınlık politikası
izleyen bir ülke olsaydı, belki de Aleviler çoktan azınlık olmak isterlerdi.


 


AB raporunda da Kürtler ve
Aleviler için azınlık ifadesi geçti. "AB azınlıklara hakları verilsin" diyordu.
Kurulun raporu gündeme gelince ise kıyamet koptu. Azınlık meselesi niye bu kadar
hassas? Sevr paranoyası mı?

Sevr bir poranoya olabilir ama
o paranoyanın arkasındaki duygusal zemin gerçek bir zemin ve çok insan
tarafından paylaşılıyor. Özellikle muhafazakâr kesim tarafından…Ve AKP de
muhafazakâr kesimin partisi. Dolayısıyla beyinleri bir yöne işaret ederken,
yürekleri başka yöne işaret edebilir. Yüreklerinde korku var. Bu korkunun
karşılığı; o dönemde Osmanlı’nın parçalanması, Avrupa’dan bütün Müslümanların
atılarak Anadolu’ya göç ettirilmesi ve buradan kendi içine kapanan, batı karşıtı,
bir anlamda Hıristiyanlık karşıtı değil ama ondan başka bir yerde duran, başka
kültürün insanları olduğumuzun bilinci. Öteki dediğimiz Avrupalının da sürekli
bizi ezmek üzere bizi parçalamak üzere veya bizi kullanmak üzere bir bakışa
sahip olduğu. Bu iki kültür yanyana gelemez anlayışı. Bu bakış özellikle
milliyetçi muhafazakâr diye tanımlanan çevrede son derece yaygın. Çok
içselleştirilmiş.


 


Azınlık tanımının da AB
sürecinde yeniden yapılması gerekli gibi? Geçmişe değil geleceğe gönderme
yapılarak..

Şu anda varolan ideolojik
yapımız, modernizmin getirdiği kurallar silsilesi ve bakış biçimi tıkanmış
durumda. Yeniyi ararken eskiyi yok etmek risklidir. Bir sürü kurumlar, yapılar
var, buna yepyeni bir bakışın ihtiyacı da çok açık. Basit bir benzetme yaparsak,
liberal dünyada aslında azınlık diye birşey söz konusu değil. Kişinin bir sürü
fikirleri olabilir. Bazı fikirleri çoğunlukta bazıları da azınlıkta olacaktır.
Dolayısıyla kimse mutlak olarak azınlık değilken, kimse de mutlak olarak
çoğunluk değildir. Ama hayat öyle değil. Hayatta azınlık olan ve hep azınlık
kalan gruplar var. Ekonomik olarak, tamamen kimlik üzerinden oluşan gruplar,
cinsel tercihleri nedeniyle azınlık olan gruplar var. Önemli olan, bazıları
azınlık ve azınlık kalacaklar fikri. Buradaki asıl soru ise "bu insanlara nasıl
yardım edebiliriz" sorusu değil, "vatandaşlığın ne olduğu" sorusudur. Avrupa’da
bu hem tartışılıyor hem de el yordamıyla üretiliyor. Belki AB projesinin en
radikal tarafı da bu. Birbirine benzemeyen toplumların biraraya gelmesi,
eşitlikçi olmayan toplumların bir anlamda üst grup kurallar sayesinde, daha
eşitlikçi bir yapıya dönüştürülmesi hedefleniyor. Öyle bir kural silsilesi
üretmeli ki, kimse kendisini haksız bir noktada kalmış gibi hissetmemeli ve
herkes buna razı olup, sürece katılmalı.


 


Batı yıllarca doğudan göç aldı.
Farklı kimliklerin birarada yaşama sancısı mı Avrupa’da sorunun çözümüne katkı
sağladı?

Burada "yabancı" kavramıyla
ilgili doğu-batı arasında önemli bir fark var. Dinle de alakalı. Hıristiyanlık
ve müslümanlık bu farkı pekiştirmiş. Batıda ve genelde hristiyanlıkta yabancı
tek, yeri yurdu olmayan, gelip geçen kişi anlamındadır. Gelip kaldığında ise
sorun yaratan kişi. Bu sorunu çözmeniz gerekiyor diye bakılıyor batıda. Bunu
asimilasyonla da, Hitlerin yaptığı gibi insanları yakarak da yaparsınız veya
demokratik bir toplumsanız, entegrasyon politikaları üretirsiniz. Dolayısıyla
batıda o yabancıyı görmezlikten gelme şansı yok. Doğuya ve Osmanlı’ya baktığımız
zaman ise yabancı, bizim yanımızda duran ama bizimle hiçbir ilişkiye girmesi
zorunlu olmayan ve bizim de ilişkiye girmek zorunda olmadığımız bir komşudur.
Oraya gelir, oturur, istediği kadar da yaşar. Biz bilindiği üzre hoşgörülüyüz.
Ama ilişki kurmayız. Burada bir hiyerarşi var. En tepede yöneten, çoğunluk
kimliği sözkonusu, altta ise diğer kimlikler. Bu noktada yabancının sorunları
bizim sorunumuz değil, kendi kendine çözmesi gereken bir sorun halini alıyor.
Batı yabancıyla kimlik üzerinde ilişki kuruyor, doğu hukuk üzerinde ilişki
kuruyor.


 


Aleviler ve Kürtler azınlık
olarak tanımlanmak istemiyorlar. Asli unsur olup olmamak yönünde tartışmalar
oldu. Azınlık olmak buna engel midir?

Burada bir çarpıtma yaşanıyor.
Son tartışmalarda azınlık olanın asli unsur olamayacağı şeklinde ifadeler ortaya
çıktı. Oysa bir toplumu meydana getiren çeşitli unsurlar vardır. Bunlardan biri
çoğunluk olacaksa diğerleri azınlık olacaktır. Ama hepsi de o toplumun asli
parçalarıysa -ki niye olmasınlar- o zaman asli unsurları, kurucu toplulukları
olacaklardır. Kaç kişiden oluşurlarsa oluşsunlar, önemli değil. Tartışmaya
serinkanlı bakacak olursak, Türkiye’de bugünkü termonoloji içinde bir sürü
azınlık var, bir sürü etnik, dinsel grup var. Ama bunların azınlık olarak
tanımlanmasına ihtiyaç yok. Doğru bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı tanımı
hepsini kapsar. Devlet bugüne kadar Türklük kavramını doğru şekilde kullanmış
olsaydı, zaten Türkiyeliliğe de ihtiyaç olmazdı. Hem üst hem de alt kimlik gibi
kullanılınca, Türklük kavramı yıpratılmış oldu.

Kimse yarın nasıl bir kimlik
savrulması içinde olacağımızı, hangi kimlikleri seçeceğimizi bilmiyor. Azınlık
kavramı, önemli olmaktan çıkıyor. Önemli olan insanların eşit ve özgür
hissedebilecekleri kültürel, hukuki, sosyal ortamın onlara sunulması. Ondan
sonra insanlar kendilerini A diniden veya B ırkından tanımlasın fark etmez.
Yeterki o vatandaşlık tanımında herkes kendini, birbirini eşit mesafede ve eşit
özgürlükte hissetsin.


 


Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
tanımına sığındığımız bir tasavvurdan sonra meselenin bir yanı da Avrupalılık.
AB üyeliği Türkiye için bazı değişimleri de beraberinde getiriyor. Değişim
milliyetçi çıkışları da gündeme getirebilir mi?

Türkiye’de bundan sonra
geçmişte olduğu gibi milliyetçi, faşizan bir iktidarın olabilmesi çok mümkün
değil. Eğer, Türkiye AB içinde kalacaksa, tabi. Çıkmak zorunda da kalabilir,
üyeliği askıya da alınabilir. Küresel dünyada AB üyeliğiniz askıya alındığında
sonuçlar belli. Sermaye dışarı kaçar, büyük bir işsizlik olur, sosyal hareketler
başlar ve de kimlik duruşları hemen siyasallaşır. İşte asıl o zaman Türkiye
bölünmenin eşiğine gelir. Türkiye AB üyesi olmazsa uzun süre bölünmeden kalması
çok zor. İnsanların beklentilerini, yalnız Türkiye olarak tatmin etmeniz zor.
Avrupa içindeki Türkiye, Türkleri, Ermenileri, Kürtleri tatmin edebilir. Çok
büyük bir dünya var ve oradan eşitlik, özgürlük tanımları yaptığınız zaman başka
bir hayat sunuluyor size. Ama hiçbir zaman AB’ye girmeyecek Türkiye’yse burası,
yarın sabah önce gençleri tutamazsınız. En parlak olanlar dışarı gider.


 


Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül’ün açıklamalarına bakıyoruz ve acaba -hakikaten- sonradan mı öğrendi raporu,
diye düşünüyoruz?

Burada iki yön var: Gül acaba
durumun farkındaydı da şimdi farkında değil gibi mi davranıyor yoksa gerçekten
farkında değil miydi? Aradaki bürokratlar ona birşey söylemediler mi? Bana
ikincisi daha mümkün gibi geliyor. Burada bir nokta daha var, 17 Aralık’a doğru
giderken, bu dönemde açıklaması olayı. Bu da bilinçli bir planlama değil. Kurul
defalarca toplanılmış ama bir türlü oylama yapılamamış bu kez oylama yapılmış.
Raporun şimdi çıkması bir ilave baskı, hükümeti zor durumda bırakacak bir adım
gibi de algılanmış olabilir. Başka faktörler de olabilir bizim bilmediğimiz.


 


Peki, tartışma müzakere tarihi
sonrasına mı ertlenmeliydi?

Makro politikalar ve hükümet
açısından bakılırsa tabi tercih böyledir. Günü alalım, önümüzde uzun perspektif
çıksın, ondan sonra bütün bunlar tartışılacak. İlle Avrupalının istediği gibi
olacak da değil. Anlaşılmayan bir nokta bu. Eğer siz kendi içinizde herkesi
memnun eden bir düzen kurmuşsanız Avrupalının sizi değiştirme kaygısı olmaz.
Avrupalının bakışı, toplum değişir ve her her zaman değişime açıktır.
Dolayısıyla devlet, hukuk kendini o topluma uydurmak zorundadır. Aksi taktirde
sorun çıkar. Temel mantık bu.


 


Tartışmaların sonu nereye varır?

Siz tartışan bir toplumsanız
hızlı tartışmayı sindirebilirsiniz. Ama hiç tartışmamış bir toplumun, bu kadar
hızlı ve belki de temeli sarsacak kavramlar içeren boyutlarda tartışmayı
sindirmesi çok kolay değil. Fransa’da da durum benzer bence. Onlar da hazır
değildi ve o yüzden Türkiye’yi şimdi tartışıyorlar. Türkiye’de bu seslerin
çıkması önemli. Hangi fikirlerin olduğu, kimlerin hangi fikirleri
desteklediğinin ortaya çıkması… Fikirler arası konuşmayı hepimizin dinlemesi
önemli.

Bütün gruplar açısından,
ortak çözüm, temel vatandaşlık haklarının yeniden tanımlanmasından geçer.
Varolan ve muhtemel her türlü azınlığın, o imkanları, o hakları kullanması lazım.
Yani bir tane devlet radyosu kurarsınız hangi dil olursa olsun ona bir program
hakkı verirsiniz. İran’da da mevcut bu. Devlet radyosunda 30-40 dilde yayın
yapılıyor. 2-3 saatlik süreleri var. Bir festival gibi birşey bu. İnsanlar kendi
yaşadıkları toplumun ne kadar zengin olduğunu o radyoyu dinleyerek yaşıyorlar.
Bu hoş birşey. Önemli olan, önü açık bir biçimde, eşdeğer bir biçimde hakların
tanımlanması. Bunu da toplumsal bir tartışmadan üretmek..

Yorumlar kapatıldı.