İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Talat Paşa´dan `soykırım´a

AYŞE HÜR

Ahmet İnsel geçen hafta bu sütunlarda yayımlanan “Soykırım derken dikkatli olmalı” başlıklı yazısında, terimin içeriğinin boşaltılmaması için, soykırım suçu tanımının dikkatli yapılması gereğinden söz ediyor. Aslında bugün sadece neye soykırım deneceği konusunda değil, hangi tarihte yaşanmış olaylara soykırım deneceği konusunda da bir tartışma sürüyor. Örneğin, altı Türk, dört Ermeni üyeden oluşan ve ne yazık ki kısa süre faaliyet gösterebilen ünlü Türk – Ermeni Barışma Komitesi (TEBK), 2002 yılında International Center for Transitional Justice (ICTJ) adlı saygın hukuk kuruluşundan 1948 tarihli Soykırımı Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nin (SSÖCS) 20. yy’ın başında yaşanan olaylara uygulanıp uygulanmayacağı konusunda görüş istediğinde ICTJ, 4 Şubat 2003 tarihli raporunda sözleşmenin geriye doğru işlemeyeceğini ancak 1915-1916’da yaşanan Ermeni Tehciri’nin, üç unsur açısından sözleşmede tanımlandığı şekliyle “genocide=soykırım” olarak adlandırılabileceğini belirtmişti (rapor www.tarc. info adresinde görülebilir.) Böylece komitenin raporu ne Türk ne de Ermeni tarafını memnun etmiş ama soykırım teriminin ne tarihsel bağlamından koparılabileceğini ne de hukuk ilkeleri gözardı edilerek ele alınabileceğini göstermesi açısından faydalı olmuştu.

Bilindiği gibi Yunanca “genos=soy” ile Latince “caedere” kökünden gelen “cide=öldürme” sözcüklerinden oluşan genocide terimini ve onun uluslararası hukukun parçası olmasını Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) ısrarlı çabalarına borçluyuz. Terim, Lemkin tarafından önce Lehçe “ludobojstwo” (halk öldürme) kullanılmış, daha sonra İngilizce şekliyle 1933’de ceza hukuku ile ilgili olarak Madrid’de yapılan uluslararası bir konferansta önerilmiş fakat o sırada kabul görmemişti. Lemkin’in 1944’de “Axis Rule in Occupied Europe” adlı ünlü makalesinde yeniden formüle ettiği terim, 1945-1946’da Alman savaş suçlularının yargılandığı Nüremberg Mahkemesi kararlarında telaffuz edildikten sonra 1948’de SSÖCS ile uluslararası hukukun parçası oldu. Sözleşmenin giriş bölümünde daha önceki dönemlerde de soykırım suçu işlendiği kabul ediliyor ancak soykırım suçlamasının 1948 öncesi olaylar için yapılamayacağı vurgulanıyordu.

Roma hukukundan miras, ünlü “nullum crimen, nulla poena sine lege/yasasız suç ve ceza olmaz” ilkesini anımsayınca sözleşmenin 1948 öncesine uygulanmaması pozitif hukuk açısından haklı görünür. Bu ilkenin “suç sonrası” kurulan ve II. Dünya Savaşı suçlularının yargılandığı Nüremberg ve Tokyo mahkemelerinde gözardı edildiğini ileri sürenler ise uluslararası hukukla siyasetin ilişkisine dikkat çekerler ki bu konumuz açısından faydalı bir uyarıdır. Mesela 1894 yılındaki Ermeni ayaklanmasına karşı Osmanlıların ölçüsüz tepkisini protesto etmek için ABD’de insan hakları yürüyüşleri yapıldığı, 10 Eylül 1895’te New York Times gazetesinde “Another Armenian Holocaust” başlıklı bir yazı yayımlandığı biliniyor. 1915 yılı boyunca çeşitli gazetelerde yaklaşık 145 makale tehcirden söz ederken, 24 Mayıs 1915’de Rusya, Fransa ve İngiltere Osmanlı Devleti’ne bir telgraf çekerek katliamları “insanlığa ve uygarlığa karşı suç” olarak tanımladılar. (Osmanlıyı Ermeni tehciri için şiddetle kınayan Rusya’nın bir ay önce 800 bin Yahudiyi tehcire gönderdiğini o dönemde Fransa’nın Rusya elçisi olan Maurice Paleologue’un anılarından öğrenmek ironiktir.) 1918’de Başkan Wilson tehciri “I. Dünya Savaşı’nın en büyük suçu” olarak niteledi ancak bu tepkiler hukuksal bir boyut kazanmadı. Savaş sonrasında İstanbul’da, Trabzon’da ve Yozgat’ta kurulan mahkemelerde tehcir suçları için bazı idam cezaları verilmesine karşın, yargılanmak üzere Malta’ya götürülen bir grup zanlının delil yetersizliğinden salıverildiği biliniyor. Lozan Anlaşması’yla birlikte 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm savaş suçları affa tabi tutularak mesele önce rafa kaldırıldı, sonra da unutulmaya terk edildi. Çünkü o yıllarda Avrupa için Ermenilerin başına gelenler gayet normaldi. Hatta bazı Alman askerlerinin “az bile yapılmıştır” dediği rivayet edilir. ABD ise muhtemelen Ermeni talepleri ile Musul petrolleri arasında bir tercih yaparak Türkiye’nin yanında yer almayı seçti. (Nitekim Soğuk Savaş yıllarında pekişen bu işbirliği, Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla önemini yitirince Batı parlamentolarında birbiri ardına soykırım tasarıları onaylanmaya başlandı ve bugünlere gelindi.)

Genoside terimine gelince, tarihçi Henry Yahreas’a göre Lemkin’in soykırım meselesi üzerinde kafa yormaya başlaması 1920’lere kadar gider. O yıllarda Lvov Üniversitesi’nde hukuk öğrencisi olan Lemkin’i konu üzerinde düşünmeye iten ilk olay, ailesini 1915 Ermeni tehcirinde kaybeden Soghomon Tehlirian adlı Ermeni gencin İttihat ve Terakki’nin liderlerinden Talat Paşa’yı 15 Mart 1921’de Berlin’de öldürmesidir. Suikast Avrupa’da büyük sansasyon yarattı fakat Tehlirian, jüri tarafından ceza ehliyeti olmadığı gerekçesiyle beraat ettirildi. Lemkin’i etkileyen diğer olay ise Ukraynalı bakan Symon Petliura’nın, 1918’de Yahudilere yönelik bir katliamda ailesini kaybeden anarşist Shalom Schwartzbard tarafından 1926’da Paris’te vurulması. Yahreas’a göre Schwartzbard’ın yaptığını “güzel bir cinayet” olarak tanımlayan Lemkin’in kafasını kurcalayan sorular şunlardır: Böyle bir olayın faili -ya da ailesinin öcünü kişisel biçimde alan kişi- suçlu sayılır mı? Bir zorbanın öldürülmesi terör eylemi midir? Tehlirian’in ya da Schwartzbard’ın ailesini öldürenleri bu kişilerin ülkesi cezalandırmıyorsa, failleri cezalandırmayı becerebilecek bir uluslararası hukuk düzeni kurabilir mi?

Lemkin’in anıları

Lemkin’in bu konuda epey kafa yorduğunu New York Halk Kütüphanesi’nin Nadir Eserler Bölümü’nde saklanan hatıralarından anlıyoruz. Bunları inceleyen tarihçi I. Charny, editörlüğünü yaptığı “Encyclopedia of Genocide” adlı eserde Lemkin’inden şu alıntıları yapar: “1915’de Almanlar W. (Varşova ?) şehrini ve çevresini işgal ettiler. Bu tarihte daha çok tarih okumaya, imha edilmiş milli, dinsel ve etnik gruplar hakkında daha çok çalışmaya ve gözleme başladım. Türkiye’de Hıristiyan olmaktan başka suçu olmayan 1,200,000 Ermeni ölüme gönderilmişti. Savaştan sonra 150 kadar Türk savaş suçlusu tutuklandı ve Britanya hükümeti tarafından Malta’ya gönderildi. (.) Bir gün (Ermeni) delegeler gazetelerde Türk savaş suçlularının serbest bırakıldığını okudular. (.) Bir millet toptan öldürmüştü ve suçlular serbet kalmıştı. Bu beni şok etti. Neden bir adam bir adamı öldürünce cezalandırılır? Niye bir milyon insanın öldürülmesi bir tek kişinin öldürülmesinden daha az suçtur?” Lemkin anılarında şöyle devam eder: “Kafamda cesur bir plan vardı. (.) Türkiye’nin de imzalamasını içeren bir plan. Bu Ermeni soykırımı için bir çeşit kefaret olabilirdi. Fakat bu nasıl başarılabilirdi? Türkler Osmanlı İmparatorluğunun yerine koydukları ilerlemeci kavramlardan ve cumhuriyetçi hükümet biçiminden gayet gururluydular. Belki de Soykırım Sözleşmesi sosyal ve uluslararası gelişme çerçevesine yerleştirilmeli.” Lemkin hatıralarında iki yerde daha Ermeni meselesine değinir, ayrıca Methodist Kadınlar Konseyi’nden Thelma Stevens’a yazdığı 26 Temmuz 1950 tarihli mektupta Ermeni tehciri ile Yahudi kıyımı arasında benzerlik kurar. Gerçi Almanların Varşova’yı işgal ettiği tarihte henüz 15 yaşında olan Lemkin’in 1914-1915 Ermeni Tehciri hakkında okumalar yapması pek olanaklı değildir, üstelik Ermeni meselesine ilişkin yorumları çok yüzeyseldir ama Lemkin’in 1933’den 1943’e kadar Cemiyet-i Akvam’da diplomatları “‘bir zamanlar Doğu’da olan şeyin Avrupa’nın göbeğinde de olabileceği konusunda” uyarmak için delice uğraştığı bilinmektedir. Ne yazık ki tarih Lemkin’i haklı çıkardı ve Lemkin’in ailesi de içinde olmak üzere milyonlarca kişi Nazi zulmü sonucu yokoldu.

1948’de SSÖCS’nin imzalanması Lemkin (ve elbette insanlık) açısından büyük başarıdır ancak, büyük devletler sözleşmeyi kendi suçlarının sorgulanmasını önlemek için, karmaşık hukuk kuralları ile muğlak hale getirmeyi başarmışlardı. Böylece sadece Osmanlı devletinin suçları değil, 1904-1907’de Almanların bugünkü Namibia’daki Herreroların dörtte üçünü yok etmeleri, İtalyanların 1935-1941 arasında Etiyopya’da yüzbinlerce kişiyi öldürmeleri veya Stalin’in katliamları da yargı konusu olmadı. Bu açıdan bakıldığında, Ermeni meselesi üzerine konuşmak sadece demokratik kültürümüzün gelişmesi açısından değil, asıl bu türden korkunç olayların tekrarlanmaması açısından önemlidir. İnsanlığı ilgilendiren meseleleri ele alırken, uluslararası hukukun büyük devletlerce bilinçli olarak oluşturulan karanlık labirentlerinde kaybolmaktan kaçınmalıyız. Soykırım derken dikkatli olmalı ancak tarihin hangi döneminde olursa olsun insanlığa karşı işlenmiş bütün suçları teker teker tespit etmeli ve bunların tekrar yaşanmaması için gerekenleri yapmalıyız.

Yorumlar kapatıldı.