İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İçimizdeki azınlık…

Avrupa Birliği Komisyon Raporu’nun Kürtler ve Alevilerin de ‘azınlık’ olduğunu ima etmesi epeyce rahatsızlık yarattı. Ancak itirazlarda, ilginç bir biçimde AB’yi konunun uzmanı sayan bir nüans da mevcut.

Çünkü Avrupalıların niçin bu terimi kullandıklarını anlamaya çalışmaktansa, sanki onlar deyince olacakmış gibi Kürtler ve Alevilerin niçin azınlık olmadıkları üzerinde duruldu. Oysa bu Avrupalılar modern… Belki de ‘hâlâ modern’ demek lazım. Diğer bir deyişle onlar toplumsal farklılıkları sadece vatandaşlık temelinde kavradıkları için; eşit vatandaşlık durumuna sahip olmayanların ‘azınlık’ bağlamı içine alınarak korunması ve çoğunlukla eşitlenmesi gerektiğine inanıyorlar. Çokkültürlülük söylemi ise vatandaşlık anlayışının yetersizliği nedeniyle yaslanılmış bir payandadan ibaret. Çünkü modernlik hiçbir zaman çokkültürlülüğü hazmedebilmiş değildir. Batı için çokkültürlülük, liberal ideolojiye uygun olarak, bireysel düzlemde kalması gereken bir hoşluk olarak algılanmış; bunun dışına çıkan talepler ise asimilasyon yoluyla yok edilmeye çalışılmıştır. Relativist zihniyetin otoriterliği dizginlemede yetersiz kaldığı toplumsal hezeyan süreçlerinin ise, Hitler örneğinde olduğu gibi Batı’yı nerelere taşıyabildiğini herkes bilmekte…

Kısacası eğer AB Komisyonu, Kürtler ve Alevileri ‘azınlık’ adı altında telakki etmişse, bu biraz da çaresizliği nedeniyledir. Çünkü karşısında apaçık bir biçimde çoğunluktan farklı olan, farklı olduğunu söyleyen, taleplerinin karşılanmadığından şikayet eden gruplar bulunmakta. Batı bakışıyla bunların ‘çoğunluk’ olmadıkları o denli ayan beyan bir durum ki, şimdi bizlerin onları ikna etmeye çalışır gibi, yekpare toplum tabloları çizmemiz gülümsemelere yol açabilir. Kürt ve Alevi kimlikleri bu toplum ve devlet yapısı içinde, doğrudan veya dolaylı olarak, yüzyıllardır hiyerarşik bir baskı sistematiğinin konusu. Yüzyıllardır birlikte yaşıyor olmamız ne denli doğru ise, bu ilişkinin yüzyıllardır bir ezen/ezilen unsuru içerdiği de o denli doğru. Ayrıca herhangi bir kimliğin yüzyıllardır bu topraklarda yaşamasının, o kimliği otomatik olarak bu ülkenin asli unsuru yapmadığını da biliyoruz… Aksi halde gayrimüslimlerin günümüzde muhatap oldukları bilinçli kısıtlamalar söz konusu olmazdı. Öte yandan azınlık olmanın bir ülkenin ‘asli unsuru’ sayılmamak için yeterli sayılması da bir zihniyete işaret etmekte. Niçin azınlıklar ‘asli unsur’ sayılmasın? Eğer bir kimlik tarihsel olarak bu coğrafyanın ‘asli unsuru’ ise, hangi mantığa dayanarak ‘ülkenin asli unsuru’ dışında tutulabilir?

Yukardaki sorunun tek kelimelik bir yanıtı var: Milliyetçilik. Eğer ‘ülke’ kavramını orada yaşamakta olan bütün kimlikleri kuşatacak bir biçimde değil de, belirli bir kimliğin ‘doğal’ uzantısı olarak tanımlarsanız; söz konusu kimliğin dışında kalanların dışlanması ve ezilmesine yönelik siyasetleri meşru kılan bir ideolojik atmosfer de yaratmış olursunuz. Türkiye’de devlet, temel alınan Türk/Sünni kimliğin bazen bir bazen de öteki yanını öne çıkararak, toplumu cemaatçi bir yapı içinde tutmuştur. Ne var ki bu otoriter bakış altında, cemaatlere eşit mesafeli duran değil; istediği cemaati diğerine karşı kayıran, manipülatif bir devlettir… Bu anlayışın toplumsal kabul ve destek bulması ise, cemaatler arası hiyerarşinin yapısallaşmasına; altta kalan cemaatlerin içe kapanmasına; ve toplumun onların sesini duymayacak biçimde örgütlenmesine neden olmuştur. Kısacası karşımızda ‘azınlık’ üreten bir devlet yapısı, yönetim anlayışı ve toplumsal zihniyet bulunmakta… Avrupalılara itiraz edebiliriz; ama bizim gerçekliğimiz bu.

Yorumlar kapatıldı.