İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu Raporu

BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI DANIŞMA KURULU “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu” üyelerince Temmuz 2003 toplantısında imzalanan raporun, 01 Ekim 2004 itibariyle güncelleştirilmiş ve Genel Kurulca kabul edilmiş biçiminin 22 Ekim 2004 tarihinde Başbakanlığa takdim edilmiş şekli.

1) DÜNYADA AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI

“Azınlık” kavramı dünyada 16. yüzyıldan bugüne kullanılmaktadır. Mutlakıyetçi
krallık adı verilen yönetim biçimi kurulunca ve yaklaşık aynı zaman dilimi
içinde dinsel azınlıklar ortaya çıkınca (Katolik krallıklarda Protestanlar,
Protestan krallıklarda Katolikler) bu azınlıkların karşılıklı olarak korunması
gerekmiş ve ancak o zaman azınlık kavramı ortaya çıkmıştır. 1789’dan sonra
dinsel azınlıkların yanına bir de ulusal azınlık kavramı eklenecektir. Avrupa
devletleri bu azınlıkları korumayı kendi içlerinde hallettikten sonra kendi
dışlarına dönmüşler ve Osmanlı İmparatorluğu içindeki gayrimüslimleri koruma ve
bu sayede de Osmanlı’ya müdahale etme çabalarına girişmişlerdir. Sonuçta Avrupa
ülkeleri birbirleriyle çatışmaya başlamışlar, böylece ortaya “Şark Meselesi” (Doğu
Sorunu) çıkmıştır. Bu uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma
fermanları (ör. 1598 Nant Fermanı) ve ikili antlaşmalar (ör. 1699 Karlofça
Antlaşması) biçiminde başlamış, 19. yüzyılda çok taraflı antlaşmalar (ör. 1856
Paris Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920’de Milletler Cemiyeti’nin
kurulmasıyla “uluslararası örgüt güvencesinde azınlık koruması” dönemi
açılmıştır. Dünya şu anda da bu evrededir ve uluslararası azınlık koruma
mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, AGİT gibi
kuruluşların şemsiyesi altında yürümektedir.

2) TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI, TANIMI, KÜLTÜREL HAKLAR

Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür:
etnik, dilsel, dinsel azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da
bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca gayrimüslim yurttaşların azınlık
olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini
kabul ettirmiştir. Bununla birlikte, aradan yaklaşık seksen yıl geçmiş olduğu ve
bu arada dünyadaki azınlık kavramı, tanımı ve hakları büyük gelişme gösterdiği
için Türkiye ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaktadır. Üstelik, 1990’dan
sonra azınlık hakları hem mekân hem de nitelik olarak daha da genişlemiş ve
güçlenmiştir. Bu sıkıntılar yalnızca Lozan’ın sınırlı tanımından
kaynaklanmamaktadır. Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelere getirdiği bir
tür rezervle (çekince, ihtirazi kayıt) daha da dar bir kalıp ileri sürmektedir.
Bu “Yorum Beyanı”na göre, Türkiye, Lozan’ın yanı sıra 1982 Anayasasının
kısıtlamalarını da uluslararası ortamda ileri sürmekte, katıldığı sözleşmelerde
getirilen hakların Lozan’da kabul edilenler dışındakilere de getirilmesi ve 1982
Anayasası tarafından yasaklanan haklardan olması halinde uygulanmayacağını
bildirmektedir. Türkiye’nin bu konudaki sıkıntılarını iki noktada
özetleyebiliriz: 1) Türkiye’nin bu sınırlayıcı tutumu, dünyadaki eğilimlere
gitgide ters düşmektedir. BM İnsan Hakları Komitesinin 1990’lardaki yorumundan
sonra eğilim, bir ülkede azınlık olup olmadığını o ülkeye sormamak ve eğer “etnik,
dilsel, dinsel bakımdan farklılık gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz
parçası sayan” gruplar varsa, o devlette azınlık bulunduğunu kabul etmek
yönündedir. Fakat, bunlara azınlık statüsü tanıyıp tanımamak tamamen
ulus-devletin yetki alanına girer. Burada hemen belirtelim ki Avrupa Birliği’nin,
Türkiye’den, farklı kültürel gruplara azınlık statüsü ve hakları tanınması
yolunda bir talebi kesinlikle yoktur. Yalnızca, kültürel bakımdan farklı bütün
yurttaşlara eşit muamele yapılmasını istemektedir. Bu nokta çok iyi anlaşılmak
zorundadır. 2) Türkiye Lozan’ı da gerektiği gibi uygulamamaktadır ve dolayısıyla
Türkiye’nin bu kurucu antlaşmasının kimi hükümlerini dahi ihlal etmektedir. Bir
kere, gayrimüslimlere getirilmiş olan haklar tam olarak uygulanmamaktadır. Hem
bu haklar yalnızca üç büyük azınlığa (Ermeni, Musevi, Rum) tanınmakta ve diğer
gayrimüslimlere (ör. Süryaniler için madde 40’daki eğitim hakkı) tanınmamaktadır,
hem de Lozan Kesim III’ün bu gayrimüslimler dışındakilere uluslararası koruma
olmaksızın getirdiği haklar devlet tarafından görmezden gelinmektedir. Birinci
duruma örnek olarak, basında “1936 Beyannamesi” olarak ünlenen uygulama, ikinci
duruma ise Lozan’ın 39/4 maddesi gösterilebilir. Bu madde, “bütün TC
yurttaşları”na, “dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her
türlü basın ve yayın araçlarında kullanma” hakkı getirmektedir. Yani bu
kullanımın tek istisnası, resmî dairelerdir. Bu konuda, örneğin radyo ve
TV’lerde kimse istediği dilde yayın yapamadığı için 03 Ağustos 2002’de Üçüncü
Uyum Paketi çıkartılmış, ama o da uygulanamadığı için bir de 30 Temmuz 2003’te
Yedinci Paket çıkartılması gerekmiştir. Kasım 2003 sonunda RTÜK bu konuda bir
yönetmelik hazırlamıştır. Burada da zaman ve mekan kısıtlamaları getirilmiştir.
Oysa, örneğin Lozan 39/4 uygulansa, örneğin Kürtçe yayın konusunun getirdiği ve
Türkiye’yi boşu boşuna meşgul eden sıkıntılı tartışmalar kendiliğinden sona
erecektir. Böyle bir durum, Türkiye’nin dört açıdan çok işine yarayacaktır: 1)
Türkiye’nin, çok yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği “Yorum
Beyanı”ndan vazgeçmek zorunda kalacağı kesindir. Bunu AB zoruyla değil, kendi
iradesiyle yapması ulusal egemenlik kavramı açısından çok önemlidir ve bu da
kendi kurucu antlaşması Lozan’ın hükümlerini uygulamasıyla olacaktır. 2) Bir gün,
kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir. Buna geçişte yeni ve
tartışmalı yasalar çıkarmakla uğraşmak yerine, Lozan’ın zaten en az anayasa
değerinde olan hükümlerinin uygulandığı gerekçesini ileri sürmek devlet için
büyük kolaylık sağlayacaktır. 3) Türkiye’de uluslararası koruma altında azınlık
yaratmamak açısından, bütün yurttaşlara mümkün olduğu kadar geniş özgürlükler
verilmesi gerektiği açıktır ve bu madde “tüm TC yurttaşları”ndan söz etmektedir.
4) Türkiye’de devletin kendi insanına daha insanca muamele yapmasının, ülkede “birlik
ve beraberlik” açısından çok yararlı olacağına kuşku yoktur. Çünkü “zorunlu
yurttaş”lardan oluşan bir ülke zayıf bir ülkedir. İnsanları mutlu ederek onları
“gönüllü yurttaş”lar haline getirmek bizzat devleti kuvvetlendirecektir.
Devletin en az çekineceği vatandaş, hakkını verdiği vatandaştır.

3) TÜRKİYE’DE İLGİLİ MEVZUAT VE UYGULAMA

Türkiye’de azınlıkları ve dolayısıyla kültürel hakları ilgilendiren mevzuat,
ülkedeki azınlık kavramı ve haklarından daha kısıtlayıcı durumdadır. Bunun temel
kaynağı, Anayasa’nın 3/1 maddesidir: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”. Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü
son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat “milletin
bölünmez bütünlüğü” kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir
Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik)
olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı
anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır. Bu “yabancı” oluş
durumu uluslararası insan hakları alanında şöyle somutlaşmaktadır: Hakların
sınırlandırılmasında kullanılan ölçütlerde “milli güvenlik” ve “toprak bütünlüğü”
vardır ama, “milletin bütünlüğü” yoktur. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM)
kendi önüne getirilen davalarda, “ülkede azınlıklar bulunduğunu ileri sürme”nin
milli güvenlik nedeniyle engellenemeyeceğini belirterek ihlal kararı vermektedir
Diğer yandan, “[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir” ibaresini anlamak hepten
imkansızdır, çünkü devletin dili olmaz. Resmî dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar
devletle ilişkilerinde bu resmî dili kullanmanın yanı sıra, ülkede çeşitli
diller konuşurlar ve bu dillerde yayın yaparlar. Nitekim, 1961 Anayasasındaki
ifade: “Resmî dil Türkçedir” biçimindedir (md.3). Anayasa’nın ve yasaların
sayısız maddesinde tekrarlanan “devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü”
ilkesi, “azınlık yaratmak” adı altında kültürel alt-kimlikleri reddeder biçimde
yorumlanınca, Türkiye’deki mevzuat, “alt-kimliklerin tanınması” halinde bu
bütünlüğün bozulmak istendiğini varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları “bölücülük/yıkıcılık”la
suçlamaya yönelik bir mevzuat olmaktadır. Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife
ve Selahiyetleri Kanunu, Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu, Dernekler Kanunu,
Siyasi Partiler Kanunu gibi önemli yasalarda “etnik ve dilsel farklılıklara
dayanan azınlıkların var olduğunu ileri sürmek yoluyla azınlık yaratmak”
şiddetle cezalandırılmaktadır. Anayasa böyle olunca, kimi yasa ve
yönetmeliklerde, “Türk” teriminin Atatürk tarafından algılanmış biçimine hiç de
benzemeyen hükümler getirilebilmektedir. Örneğin 28 Aralık 1988’de çıkartılan ve
1991’e kadar uygulanan “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği”, hangi
kategorilerin sabotaj yapabileceklerini sıralarken, gayrimüslim TC
vatandaşlarını da “Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) ve yabancı
ırktan olanlar” diyerek bu kategoriye katmıştır. “Yabancılar tarafından açılmış
özel okullar”a “Türk müdür başyardımcısı” atanmasına ilişkin olan 625 sayılı
Özel Öğretim Kurumları Kanununun 24/1 maddesi, Türk yurttaşı olan azınlıkların
okullarına da uygulanmaktadır. Üstelik, md.24/1 bu başyardımcının “Türk asıllı
ve TC uyruklu” olacağını söylemektedir ve bu hüküm halen yürürlüktedir.
1940’lara kadar gayrimüslim yurttaşların “ecanip” (yabancılar) defterine
kaydedilmiş olması, 1942 Varlık Vergisinin yasada bulunmayan bir “G” (gayrimüslim)
cetveli uygulayarak bu yurttaşlardan Müslümanlara oranla çok daha fazla vergi
almış bulunması, 1950’lere kadar askerî okullara ve hatta sivil kurumlara kabul
edilmenin “TC tebaasından ve Türk ırkından olmak” şartına bağlı kılınması, bütün
bunlar yalnızca geçmişte kalmış olaylar değildir. Bugün de TSK, Dışişleri,
Emniyet, MİT başta olmak üzere, üniversiteler dışında gayrimüslim memura
rastlanmaz. Bu örnekler “Türk” teriminin ırk ve hatta din bağlamındaki
kullanımını yansıttıkları için, 21. Yüzyıl eşiğinde Türkiye’yi uluslararası
planda layık olduğu yere ulaşmaktan ciddi biçimde alıkoyan ve içte de ulusal
birliği zedeleyen uygulamalardır.

4) TÜRKİYE’DE İLGİLİ MAHKEME İÇTİHATLARI

Anayasa Mahkemesi ve Siyasal Parti Kapatma Kararları

Böyle bir mevzuat karşısında, Anayasa Mahkemesi’nin sık sık parti kapatma
kararları aldığına rastlanmaktadır. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin,
yorum yaparken, hukukun kimi temel kavramlarını gözardı ettiği ve dolayısıyla
Türkiye’deki demokrasinin daha da zedelenmesine yol açtığı da doğrudur. Örneğin
Mahkeme, Haziran 1994 DEP kapatma kararında “Sınırsız hakları sınırlı haklara,
ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin anlamsız” olduğunu söylerken,
“negatif/bireysel hak” (bütün yurttaşlara verilen eşitlik hakları) ile
“pozitif/grupsal hak” (yalnızca dezavantajlı yurttaşlara verilen artı haklar)
ayrımını bilmezden gelmiştir. Ayrıca, Mahkeme’nin bu ifadesi, çoğunluğa mensup
yurttaşları birinci sınıf, azınlığa mensup yurttaşları ise ikinci sınıf addeder
niteliktedir. Anayasa Mahkemesi örneğin TEP kapatma kararında, önce farklı
kimliklerin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu söylemiş, ama hemen
arkasından farklı kimlikler bulunduğunu söylemenin “zamanla bütünden kopma
eğilimine” gireceğini ekleyerek eski tutumunu sürdürmüştür (TEP kapatma kararı,
E:1979/1, K:1980/1). Bu tutum, Türkiye’de farklı etnik, dinsel, kültürel vs.
kökenden kişilerin varlığının tanınmasının, devletin parçalanmasına yol açacağı
korkusundan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay’ın ve Danıştay’ın İlgili Kararları

Türkiye’deki kimi yurttaşlar ne yazık ki “yabancı” olarak algılanmaktadır.
Fakat, halk arasında böyle bir yanlışın yapılmasının yanı sıra, “1936
Beyannamesi” adıyla tanınan gayrimüslim vakıfları sorununda verdiği kararlarla
Yargıtay’ın da bu ciddi yanlışa düştüğü (ve hatta bu yanlışta ısrar ettiği)
görülmüştür. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1974 yılında verdiği kararda
“…yabancıların Türkiye’de mal edinmeleri yasaklanmış olup…” demek suretiyle,
bir gayrimüslim Türk kuruluşu olan Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın mal
edinemeyeceğine karar vermiştir. Savunma avukatlarının bu yanlışlığı
belirtmeleri üzerine aynı Kurul bu sefer “Davalı mülhak vakfın Türk vatandaşları
tarafından kurulmuş olmasına karşın onama kararında `yabancıların Türkiye’de
taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan yasalardan söz edilmesi’ bir yanılgı
sonucudur” demiş ve ilave etmiştir: “[Bu nedenle o tümcenin] düzeltme yoluyla
ilamdan çıkartılmasına, bunun dışında… düzeltme isteğinin reddine…” (HGK
E:1971/2-820, K:1974/505, 08.05.1974).. Yani, Yargıtay yanlışta ısrarlıdır.
Fakat böyle yanlışlar millet kavramına çok zarar verici ve Türkiye’yi
uluslararası ortamda küçük düşürücü niteliktedir. Bu “1936 Beyannamesi” konusu
02 Ocak 2003’te çıkartılan Dördüncü AB Uyum Paketi’ne sokularak düzeltilmişse
de, uygulamada haksızlık bugün de olduğu gibi devam etmektedir. Nitekim 19
Haziran 2003’te çıkartılan Altıncı Uyum Paketi’nde aynı husus yinelenmek zorunda
kalınmıştır. Uygulamada ise henüz sonuç alınabilmiş değildir. Son olarak, 1936
Beyannamesi kaldırıldığı halde, Surp Haç Ermeni Lisesi Vakfı’na Hazine’nin Şubat
2003’te açtığı davada iddialarını “İçişleri Bakanlığı Azınlık Tali Komisyonu”
kararına dayandırmış olması, tek kelimeyle vahim bir durumu yansıtmaktadır.
Türkiye’de dinleri çoğunluktan farklı olan yurttaşların malları söz konusu
olduğunda, devlet şemasında bulunmayan böyle bir Tali Komisyon devreye
girmektedir ki, etnik ve dinsel ayrımcılık konusunda bundan daha dorukta bir
örnek vermek herhalde zordur. İdari yargıya gelince, İstanbul 2 Numaralı İdare
Mahkemesi bir Rum Ortodoks yurttaşımız hakkında “Yabancı uyruklu TC vatandaşı”
terimini kullanmıştır (E:1995/1271, K:1996/552, 17.04.1996). Dahası, İdare
Mahkemesi kararının temel dayanağı olan bu çok ilginç terim Danıştay’ın 12.
Dairesinin dikkatine sunulduğunda, temyiz nedeni sayılmamış ve mahkemenin kararı
oybirliğiyle onaylanmıştır (E:1997/2217, K:1997/4256, 24.12.1997).

5) TÜRKİYE’DEKİ DURUMUN TEMELLERİ

İncelediğimiz bu azınlıklar konusunun Türkiye’de çok dar ve çok yanlış bir
açıdan ele alındığı açıktır. Bu açının temel direkleri şöyle özetlenebilir: 1)
Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine,
1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik
yorumlamaktadır. 2) Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık
statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi
objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği iştir. 3) Demokrasi
anlamına gelen “iç self-determinasyon” ile parçalanma anlamına gelen “dış
self-determinasyon” aynı şey sanılmakta ve sonuçta farklı kimliklerin tanınması
ile devlet toprağının parçalanması aynı şey sayılmaktadır. 4) Millet konusunda
teklik ile birlik aynı şey sayılmakta/sanılmakta ve birincinin ikinciyi gitgide
tahrip etmekte olduğunun farkına varılmamaktadır. 5) Bir millet olarak
Türklerden söz ederken, “Türk” teriminin aynı zamanda bir etnik (hatta, dinsel)
grup anlamına geldiği görülmemektedir. Bu durumların ortaya çıkmasının, biri
kuramsal diğeri de tarihsel/siyasal olmak üzere iki temeli vardır.

Kuramsal Neden: Türkiye Cumhuriyeti’nde Alt-Üst Kimlik İlişkisi Türkiye,
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan
alt-kimlikleri (çeşitli etnik, dinsel, vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır.
Fakat İmparatorluk’daki üst- kimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik)
“Osmanlı” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk” olarak belirlenmiştir. Bu
üst-kimlik, vatandaşı ırk ve hatta dinle tanımlama eğilimindedir. Ör. “Yurt
dışındaki soydaşlarımız” dendiği zaman Türk etnik kökenden olanlar
kastedilmektedir. Diğer yandan “Türk” sayılabilmek için ayrıca “Müslüman” olmak
gerektiği, gayrimüslim yurttaşlarımıza “Türk” değil “Vatandaş” denmesinden de
bellidir. Türkiye’de hiç kimse örneğin bir Rum veya Musevi yurttaştan söz ettiği
zaman “Türk” dememektedir, çünkü Müslüman olmayan bir yurttaştan söz etmektedir.
Bunun devlet uygulamasına ilişkin üzücü örnekleri yukarıda yeterince
verilmiştir. Bu durum, kendini Türk ırkından saymayan diğer alt-kimlikleri
yabancılaştırmış ve sorun yaratmıştır. Eğer bu üst-kimlik “Türkiyeli” olsaydı,
bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü tamamen “toprak” esasına dayandığı ve “kan”
esasını tamamen dışladığı için bütün alt- kimlikleri eşit biçimde kucaklayacak
ve işin içine etnik, dinsel vs. özellikleri karıştırmamış olacaktı. Bu konuda,
82 Anayasasının vatandaşlık tanımı, Atatürk’ün 1924 Anayasasının tanımından çok
daha dardır. 24 Anayasası, “Türkiye Ahalisi” terimini kullanmıştır. Bu terim,
yalnızca üzerinde yaşanan toprağa gönderme yaptığına değindiğimiz “Türkiyeli”
biçimindeki üst- kimliği çağrıştırmaktadır. Bu üst-kimlik, eskiden özdeş sayılan
“milliyet” (belli bir etnik kökene mensubiyet) ile “vatandaşlık” (bireyin
devletle hukuksal ilişkisi) kavramlarını ayrı ve bağımsız kavramlar olarak ele
almayı sağlayacak ve bu toprakta yaşayan bütün alt-kimlikleri istisnasız
kucaklayacaktır. Böylece “Gönüllü” vatandaşlardan oluşacak ulusun, devletini çok
daha büyük bir istekle benimseyeceğine hiçbir kuşku yoktur. Tarihsel ve Siyasal
Neden: Sevr Sendromu 1990’ların başında Türkiye’nin parçalanma tehlikesiyle
karşı karşıya olduğu hususunda bir “Sevr Sendromu”nun yaşandığı bilinmektedir.
Fakat böyle bir havanın bugün de ileri sürülmesi ve bir “paranoya” haline gelmiş
olması rahatsız edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün Doğu
Karadeniz’de bir Pontus Devleti’nin kurulacağından, Dönmelerin Türkiye’yi idare
ettiğinden, Fener Patrikhanesinin İstanbul’da bir tür Vatikan devleti
kuracağından söz edenler böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedirler. Bu
türden bir atmosfer, Türkiye’deki en masum kimlik taleplerini bile Türkiye’nin
parçalanmak istendiği biçimde yorumlamakta ve anında bastırmak istemektedir. Bu
durum, aynı zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet etmektedir,
çünkü Türkiye’nin AB’ye girebilmek için kendi imzasıyla rıza gösterdiği
demokrasiye aykırılık oluşturmaktadır. Kendi yurdunda böyle bir paranoyayla
demokrasiyi geciktirmek, Türkiye’ye hizmet değildir. Özellikle Kürtçe’nin
kullanılması konusunda getirilmek istenen reformlar söz konusu olduğunda, hemen
Türkiye’nin parçalanacağından söz edilmekte, bunun terörü canlandıracağı
söylenmekte, her türlü reform böyle bir paranoya havası içinde engellenmek
istenmektedir. Oysa, bunu yapanlar, reformlar engellendiği takdirde kimi
çevrelerin terörü tekrar tek alternatif olarak algılamaya sürüklenebileceğini
görmemektedirler. Bununla birlikte, AB’ye hazırlık süreci, Türkiye’deki azınlık
hakları ve kültürel haklar konusunu çok olumlu bir sürece sokmuştur. Bu süreç,
1920 ve 30’larda Kemalizm’in ülkeyi çağdaşlaştırmak için “yukarıdan devrim”le
yaptığı hukuk reformlarının doğrudan devamı niteliğindedir. Nasıl bu yıllarda
Kemalist yukarıdan devrime aşağıdan yukarıya şiddetli tepkiler (“irtica”)
gelmişse, bugün de bu Uyum Paketlerine tepki gelmektedir. Bu “Sevr
Paranoyası”nın beslediği zihniyet, reformlara şiddetle direnmektedir.

SONUÇ

Yıllarca çok farklı kültürlerin barındığı Anadolu coğrafyası, kültürel ve
tarihsel zenginliklerin de beşiğidir. Osmanlı döneminde ümmet anlayışıyla birçok
kimliği bünyesinde barındıran dönemin ardından Türkiye’de tek kültürlü homojen
bir ulus oluşturma yolunda ciddi adımlar atılmıştır. Ama farklı kimlik ve
kültürler bir mozaik olarak Anadolu topraklarında varlığını sürdürmeye devam
etmiştir.

Kemalist devrimin yapıldığı 1920 ve 30’larda çok doğal olan bu tutum, bizzat
Atatürk’ün “Muasır Medeniyet” tezi icabı artık geride kalmıştır. Bugün Muasır
Medeniyet 1920 ve 30’ların Avrupası değil, 2000’lerin Avrupasıdır. Artık,
vatandaşlık anlayışının yeniden gözden geçirilerek, çağdaş Avrupa’daki çok
kimlikli, çok kültürlü, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal modelin
örnek alınması zorunludur.

Buna göre özgür, bağımsız, yaratıcı yetenekleri ile kültürel haklarını
rahatça kullanabilen, hak ve görevlerinin bilincinde olan bireylerin sahip
bulundukları siyasal ve hukuksal statünün tanımlanması gerekir. AB Uyum
Yasalarıyla parça parça yapılmak istenen bu tanımlama, a- Bireysel özgürlüklere
sahip olma hakkı, b- Ekonomik ve toplumsal olanaklardan özgürce yararlanma
hakkı, c- Devlete katılma hakkı, d- Kültürel çoğulculuk hakkı ilkelerinin,
yasalarımızın tümünün taranması sonucu hayata geçirilmesiyle mümkündür. Bu
ilkelerin uygulanması anlamında:

1) Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve ilgili yasalar; özgürlükçü, çoğulcu ve
demokratik bir içerikte ve toplumun örgütlü kesimlerinin katılımıyla yeni baştan
yazılmalıdır.

2) Eşit haklı vatandaşlık temelinde, farklı kimlik ve kültüre sahip kişilerin
kendi kimliklerini koruma ve geliştirme hakları (yayın, kendini ifade, öğrenim
gibi) güvence altına alınmalıdır.

3) Merkezî yönetim ve yerel yönetimler, yurttaşların katılımını ve denetimini
esas alacak bir biçimde şeffaflaştırılmalı ve demokratikleştirilmelidir.

4) İnsan hak ve özgürlüklerine yönelik evrensel normları içeren uluslararası
sözleşmeler ve temel belgeler, özellikle de Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi
çekincesiz imzalanarak onaylanmalı ve hayata geçirilmelidir. Bundan sonra, artık
uluslararası sözleşmelere Türkiye’deki alt kimliklerin inkarı anlamına gelecek
çekinceler ve yorum beyanları getirilmemelidir.

Yorumlar kapatıldı.