İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soykırım derken dikkatli olmalı

Her insanlık dışı eylemi soykırım diye nitelemek doğru olur mu? Olmaz…

AHMET İNSEL

20. yüzyılın ikinci yarısında tanımlanmış olan soykırım suçu, insanlığa karşı işlenmiş suçların en ağırını oluşturur. Nazi yöneticilerinin yargılandığı Nürnberg mahkemesinde, ardından Kudüs’te, Eischmann’ı yargılayan mahkemede soykırım suçunun tanımı, Nazi yönetimi ve işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen Yahudi soykırımı etrafında oluşturuldu. Hannah Arendt, Eischmann’ın yargılanmasını incelediği kitabına yazdığı sonsözde, Kudüs’te yargıçların, Eischmann’ı bir suç sağanağı altında boğup, Holokost suçunun indirgenemezliğini bozmamaya özen göstermelerini över. Arendt’e göre, Kudüs’teki soykırım suçu tanımı, Nürnberg’dekinden daha belirgin biçimde soykırımı diğer savaş suçları, toplu kıyım, vahşet girişimlerinden ayırır. Nürnberg’de mahkeme Nazilerin örgütlediği toplu cinayet ve ağır şiddet kullanımına dayalı bir dizi tasarrufun sadece “muhalif bir grubu ezmek amacı taşımadığını”, “bütün bir topluluğu yok etmeye yönelik bir planın parçası olduklarını” vurgular. Ama Kudüs mahkemesi, daha belirgin biçimde, Eichmann’ı “Yahudi halkına karşı insanlık suçu işlemekle” suçlar. Avrupa’nın dört bir yanında Yahudi avlamaya yönelen, Yahudileri soy olarak dünya yüzünden silme amacı taşıyan bir girişime aktif biçimde katılmış bir kişi olarak Eichmann’ı ölüm cezasına çarptırır.

İdam edilmeniz gerekiyor

Arendt, Kudüs’teki yargılamayı değerlendirirken, hem yargı usulünde hem de dile getirilen suçların tanımında yanlış ve eksikler olduğunu belirtmekten geri kalmaz. Arendt’e göre, Yahudilerin Avrupa’nın dört bir yanında yok edilmeye çalışılması Almanya’nın topraklarını genişletme emeliyle bağdaştırılacak bir olgu değildi. Yahudi soykırımını hiçbir askeri, stratejik, polisiye mülahaza ile izah edilemezdi. Hatta hiçbir “faydacı” yanı yoktur bunun. Kötülüğün mutlaklaştığı ve mutlaklığı içinde sıradanlaştığı bir kötülük nöbetidir bu. Bunun için Arendt, her iki mahkemenin de, “savaş esirleri veya partizanların” öldürülmesi gibi “savaş suçlarının”, bazı topraklara kendi ırkından yerleşimci yerleştirmek için orada yaşayanların yok edilmeleri veya sürülmeleri gibi “insanlık dışı eylemlerin” soykırım suçu kanıtları olarak ele alınmaması gerektiğini belirtir. Arendt’e göre, Kudüs’te mahkeme kararında eksik olan en önemli değerlendirme, “Yahudi, Çingene, Polonyalı gibi etnik grupların yok edilmesi girişiminin, Yahudi halkına, Çingene halkına ve Polonya halkına karşı işlenmiş ağır bir suç olmanın ötesinde; insanlığa ve dünya düzenine saldıran, onu tehdit eden bir suç” olduğunun vurgulanmamasıydı. Arendt, yargıcın Eischmann’a verilen cezanın gerekçesini okurken, gerçekten insanlığa karşı indirgenemez, mutlak bir suç işlenmiş olduğunu vurgulayacak şu cümlelerle bunu ifade etmiş olmasını tercih ettiğini belirtir: “Sanki siz ve amirleriniz yerküre üzerinde kimin yaşayıp kimin yaşamayacağına karar verme hakkınız varmış gibi, Yahudi halkı ve başka birkaç ulustan halkla bu dünyayı paylaşmamaya dayanan bir politikayı desteklediğiniz ve uyguladığınızı dikkat alarak, hiç kimsenin, hiçbir insanın sizinle bu dünyayı paylaşmak istemeyeceği kanısındayız. Bu nedenle, ve sadece bu nedenle, idam edilmeniz gerekiyor.”

Soykırım kavramı, 1980’lerde izah edilebilir en ufak bir nedene indirgenemez, mutlak kötülük konumunu kaybetmeye başladı. Eski Yugoslavya’nın dağılması sırasında işlenen insanlık suçlarını yargılamak için kurulan Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Srebrenika’da 8,000 Boşnak erkeğinin öldürülmesi suçundan yargılanan Sırp generali Radislav Krstic’in soykırım suçu işlediğine hükmettiği 2001 yılındaki kararında, soykırımı şöyle tarif ediyor: “Munhasıran belli bir insan topluluğunu, bazı yöntemler kullarak, kısmen veya bütünüyle yok etmeye yönelik her türlü cani girişim”. Bir topluluğa yönelik cani girişimin soykırım olarak tanımlanabilmesi için, bu eylem veya eylemlerin etnik, dini, ırkî veya milli bir topluluğa karşı yapılmış olması ve bu topluluğun üyelerinin bir kısmını ya da tümünü yok etme amacı taşımış olması gerekiyor.

Sempatiden değil

Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün 1982-1994 yılları arasında başkanlığını yapmış olan Rony Brauman, Krstic’in yönettiği katliamda, kadınların, çocukların, yaşlıların öldürülmediğini, yaralıların taşınmasına izin verildiğini mahkemenin dikkate almayıp, eli silah tutan Müslüman Boşnak erkeklerin öldürülmesini bir soykırım suçu olarak tanımlamasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Krstic’in yaptıklarına karşı herhangi bir sempati duyduğu için değil, soykırım suçunun kapsamının genişletilmesi ve dolayısıyla sulandırılmasının, insanlığa karşı işlenmiş en ağır suç olgusunu yavaş yavaş gözden yitirmemiz tehlikesini taşıdığı için, soykırım tanımı dışında da insanlığa karşı işlenmiş başka suçlar olduğunu, bunu unutmamamız gerektiğini söylüyor.

Brauman’a göre, Sudan’ın Darfur bölgesinde günümüzde yaşanan insanlık dramına, işlenen toplu kıyım, iğfal, tehcir suçlarına soykırım yaftası takılarak araçlaştırılıyor bugün. ABD’de farklı gruplar kendi iç çatışmalarına malzeme yapmak için Darfur’da yaşanan insanlık dramını, soykırım kavramı çerçevesinde kullanıyorlar. La Haye mahkemesinin Krstic’e karşı aldığı kararın içtihatlaşması durumunda, kitlesel katliam girişimlerinin, iki etnik grup arasında yaşanan şiddetli çatışmalar sırasında yapılan insanlık dışı eylemlerin hepsinin soykırım statüsüne girme riski gerçekten var. Bu durumda, kendi başına her biri çok ağır bir suç damgasıyla dağlanmış olsalar bile, “soykırımların sıradanlaşması” ve zaman içinde insanlığın tasavvur etmesi bile mümkün olmayan bir insan ve insanlık dışı eylemi soykırım kavramının münhasıran tanımlayamaz olması mümkün.

Arendt’in, “ne yeterince cezalandırmanın, ne de hiçbir şekilde affetmenin mümkün olmadığı suçlar” olarak tanımladığı bu soykırım suçunun sıradanlaşmasının ikinci bir mahzuru var. Dünyadan kazınması elzem olan, bir daha kimsenin girişimde bulunmaya tasavvur bile etmemesi gereken, her türlü suçtan daha ağır bir suç olması gereken soykırımın, farklı radikal grupların elinde hasım tarafı alt etme aleti haline dönüşmesi. Bunun sonucunda, insanlığa karşı işlenmiş suçlarla ilgili uluslararası ceza yargısının meşruiyetinin zaman içinde erozyona uğraması.

Soykırım patlaması

Bugün bir soykırım tanınması talebi patlaması yaşıyoruz. Liberya’dan Çeçenistan’a, Kongo’dan Birmanya’ya, yapılan her türlü kitlesel zulüm, işlenen her türlü toplu vahşet, hatta karşılıklı kıyımın bile soykırım olarak tanınması için ilgili toplulukların radikal unsurları uluslararası alanda mücadele veriyor. Bu soykırım tanınması talebi patlamasının, geçmiş yaraların karşılıklı sarılacağı, suçluların cezalandırılacağı ve ardından çatışan toplulukların birbirlerini affedebilecekleri bir barışma süreci değil, tersine çok daha kabaran bir kinlenme dinamiği yaratma riski var. Bir çatışmada yapılan toplu katliamı soykırım olarak tanımlamak, o katliamın sorumlularını, o sorumluları seçen halkı dünya var oldukça affetmemek demek.

Soykırım olgusuyla, ne kadar önüne sözde vs… gibi sıfatlar koyup, tahayyül dünyamızdan savuşturmaya kalksak da, Türkiyeliler olarak bizim de yakın bir tarihte daha fazla yüzleşmemiz gerekecek. Bugün hâlâ toplama kamplarında gaz odaları olmadığına inanan, bunu uluslararası Yahudi komplosunun bir oyunu olduğunu iddia eden ve hayatını bu “yalanın” deşifre edilmesine adamış bir avuç Nazi nostaljiği inkarcı gibi, bunu da mutlak biçimde inkâr etmeye devam etmenin sürdürülmez olduğunu çoğumuz için biliyor. Bu kör inkarcılığın kamburuyla uluslararası camiada boynu dik yürünmeyeceğini de.

Yüzleşme şart

İşte bu noktada, Türkiye toplumunun yakın tarihinin karanlık sayfalarını kendisinin, kendi inisyatifiyle açmasının olmazsa olmaz önemi ortaya çıkıyor. Ermeni tehcirinin soykırım olsa ya da olmasa da, neresinden baksanız insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğu olgusuyla yüzleşmemiz gerekiyor. Ermeni çetelerinin mezaliminin, yaptıkları kıyımın da varlığını ve tüm boğucu ağırlığını dikkate alarak, kendi tarihimizle cesaretle yüzleşmeye hazırlanmalıyız. Sadece bununla değil elbette, daha yakın tarihte yaşadığımız, şahit olduğumuz, belki insanlık ölçeğinde bu denli önemli gözükmeyen ama bizim kendi ortak bilincimizin derinliklerine attığımız yerden etkisini sürdürmeye devam eden vahşetle, insanlık suçlarıyla da yüzleşmemiz gerekiyor.

Bugün başkalarına insancıl hukuk dersi veren bir dizi devlet, son 100-150 yıl içinde en önemli insanlık suçlarını işlediler. Bunların bazılarıyla yüzleştiler, bazıları hâlâ onlar için de tabu. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bomba insanlığa karşı işlenmiş bir suç değil miydi? Fransa’nın Cezayir’de 1945’te yaptığı ve hâlâ pek konuşulmayan toplu katliam da bir insanlık suçu değil mi? Hiçbir komplekse kapılmadan, sırtımızdan reddiyetçiliğin utanç verici yükünü atmak, ortak belleğimizi donduran, kısırlaştıran cerrahata neşter vurmak için, başkaları istediği için değil, kendimiz kendi tarihimizle yüzleşmek istediğimiz için soykırımı serinkanlılıkla tartışmalı, hiçbir örtünün arkasına gizlemeden yaşanmış olanlarla yüzleşmeliyiz.

Yorumlar kapatıldı.