İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Malum koro : Gündüz Aktan

Gündüz Aktan

Dünkü Radikal’de Murat Yetkin’in, Türkiye’ye adaylık statüsü veren 10 Aralık 1999 Helsinki AB zirvesi şartlarını hatırlatması çok isabetli oldu. O günlerin Türk hükümeti, zirve bildirisinde Kıbrıs’a ilişkin metni beğenmediğinden, adaylığı reddetmek şıkkı da açık olmak üzere, sonuna kadar müzakere etmiş ve AB dönem başkanının yazılı taahhüdünü aldıktan sonra kabulünü bildirmişti.

Şimdi Türkiye Kopenhag Siyasi Kıstasları’ndan ‘masada bir şey kalmadığı’ halde, giriş müzakerelerinin bazı kabul edilemez şartlara bağlanması ihtimaliyle karşı karşıya. Neymiş? Türkiye diğer aday ülkelerden çok farklıymış, çok büyükmüş, çok geriymiş, çok zor bir coğrafyadaymış da, bu yüzden çok farklı bir müzakere yöntemi uygulanacakmış.

Peki neymiş bu müzakere yöntemi? Türkiye özellikle insan hakları ve kültürel haklar (‘Kürt’ sorunu diye okuyun) alanında çok sıkı bir denetleme mekanizmasına tabi olacakmış. Buna ilaveten askerin siyasetteki ağırlığı konusunda ve dış ilişkilerde (komşulara silahlı müdahale gibi) arzulanmayan bir gelişme olursa, müzakereler derhal durdurulacakmış. Üye ülkelerin kendilerini ilgilendiren (Kıbrıs ve Ege gibi) sorunlarda istediklerini bizden koparabilmek için, şantaj amacıyla, toplantıları durdurmak yetkisi zaten varmış.

Başka neymiş? Müzakereler başlasa bile mutlaka tam üyelikle sonuçlanmayabilirmiş. Alman CDU/CSU’nun istediği ‘imtiyazlı ortaklık’ da bu piyangodan çıkabilirmiş.

Başka başka neymiş? Türkiye gibi bir ülkenin AB’ye girmesi o kadar önemliymiş ki ancak halkoylamasıyla kabul edilebilirmiş. Zaten sadece Türkiye değil, yeni girecek ‘diğer'(?) ülkeler de referandumla alınacakmış.

Tabii bir de Ermeni soykırımı iddialarının kabulü gerekiyormuş vb.

Burada önemli olan, bu şartların AB ülkeleri kamuoylarında tartışılması veya AB kurumlarıyla ülkelerinin siyasilerine atfen basına yansıması değil. Önemli olan bu şartların İlerleme Raporu’na veya daha da vahimi 17 Aralık AB zirvesi başkanlık sonuç belgesine girmesi. O zaman AB’nin üyelik müzakerelerine ilişkin yazılı ya da teamülden gelen yetkileriyle bugüne kadar hiçbir aday ülkeye uygulanmayan bazı yeni şartlar, sadece Türkiye için bir belgede yer almış olacak. Bu, çok olumsuz şartlarda müzakere etmemize, daha doğrusu müzakere edemeden istenen ödünleri vermemize yol açacak.

Tabii en kötüsü de, Fransa’yı örnek alacak Avusturya gibi birçok ülkenin de referanduma gitmesi sonucu üyeliğimizin tehlikeye düşmesi olacak. Oysa üyelik müzakerelerinin altında, tüm gerekler yerine getirildikten sonra aday ülkenin mutlaka üye olması varsayımı yatıyor. Bu, AB üye ülkeleri ve kurumları için, müzakerelere ‘iyi niyetle’ başlama ve bitirme konusunda bir uluslararası yükümlülük oluşturuyor. ‘Müzakereler giriş antlaşmasının imzasıyla sonuçlansa bile, biz halkımızın onayına sunarız’ demek, imzaladıkları anlaşmanın onaylanması konusundaki bu yükümlülüğü inkâr anlamına geliyor.

Başbakanın bu tutumu ‘ironi’ yani amiyane deyişle bizimle ‘dalga geçme’ şeklinde tanımlaması; hiçbir ek şart kabul etmeyeceğimizi söylemesi; Sn. Gül’ün de başka ifadelerle aynı tutumu vurgulaması çok doğru. AB her uluslararası aktör gibi dış ilişkilerde ‘test balonları’ uçuruyor. Ne kadarını kabul ettirirse kendisi için o kadar iyi. Tabii onların da iç politika endişeleri var. Ama biz sürekli onların sorunlarına bizimkilerin üstünde anlayış gösterme ve öncelik verme zorunda değiliz.

Buna rağmen malum koro teslimiyetçilik türküleri söylemeye başladı bile. Bunlar, zamana yayılıp sırasıyla önümüze gelmesi halinde, yarın, Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs cumhuriyeti olarak tanınmasını, Güneydoğu’ya bir şekilde otonomi verilmesini ve Ermeni ‘soykırımı’nın kabul edilmesini de savunurlar.

Hayatta bir şeyi sağlıklı biçimde istemek elde etmek için çok önemli. İsterken patolojik duygularla hareket ederseniz, istediğinizin tam tersi sonuç da alabilirsiniz. Böyle çok hüsrana uğramış aşk vardır. Bu arkadaşlarımızın daha az isteyerek, AB üyeliğine daha kolay erişebileceğimizi anlaması mümkün değil mi?

Yorumlar kapatıldı.