İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Fransa ne düşünüyor?

AHMET İNSEL

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve dönemin sol koalisyon hükümeti 1999 yılında, Helsinki zirvesinde, Türkiye’nin aday adaylığına yeşil ışık yakılması için bastırdığında, Fransa’da birkaç ilgili kişi dışında kimsenin ruhu bile duymamıştı. O zamanlar Yunanistan, AB içindeki tüm Türkiye karşıtları için günah keçisi konumunu üstlenmişti. El altından desteklenen Yunan savunma hattı direnmeye devam ettikçe, boşu boşuna Türkiye konusunda kesin bir karşı tavır dile getirmek gereksizdi. Ayrıca, dönemin ABD yönetiminin Türkiye lehine bir karar alınması yönündeki baskısına karşı bir rahatsızlık hissedilse de, ABD-AB ilişkilerinin en sıcak olduğu bir dönem söz konusuydu. Clinton’un AB’perver yaklaşımına karşılık, bedeli olmayan bir gönül alma jesti yapılabilirdi.

2002 zirvesinde, birkaç hafta önce kurulmuş AKP hükümetinin tam saha pres çabası karşısında, Fransız kamuoyu önderleri biraz afalladılar. Bu presi, Bush ABD’sinin presi tamamlıyordu ama AB-ABD ilişkileri cicim ayları dönemini geride bırakmıştı. Diğer taraftan, Simitis hükümetinin yeni Türkiye politikası, Yunanistan’a Türkiye’nin AB çıkarmasını ilk elde göğüsleyecek ülke rolü oynatılmasına son vermişti. Fransa’da sağ koalisyon iş başındaydı ve “derin Fransa”nın nabzına karşı daha fazla hassastı. Neyse ki 2002 Aralığında Türkiye’nin müzakere tarihi almak için sergilediği ısrarlı çabaya karşı topu ileri bir tarihe atmak için, tutarlılığı olan yeterli sayıda neden vardı. En önemlisi Türkiye kendi ilerleme stratejisinde öngördüklerinin büyük bölümünü daha hayata geçirmemişti. Ayrıca, “İslamcı ve hatta köktendinci” olduğu, endişeyle karışık bir rahatlamayla vurgulanan bir partinin, parlamentoda büyük bir çoğunluğa dayanan iktidarı söz konusuydu. Endişeye mahal yoktu. 2004’de AB Komisyonu raporunun işaret etmesi kuvvetle muhtemel eksiklikler, düşen Yunan savunma hattının yerini doldururdu. Ayrıca nasıl olsa TSK ile AKP çatışır, araba bir kez daha devrilir ve Avrupalı amcalar da himmetle karışık bir rahatlama içinde ayağa kalkması için Türkiye’ye sevecenlikle yeniden el uzatırlardı. Bu dönemde, Fransa başta olmak üzere, çoğu AB başkentinde yemek sonrası sohbetlerinde, bir yandan TSK’nın şeriat tehlikesine karşı Türkiye’de en önemli kale olmasının önemi vurgulanıyor, hemen ardından acılı bir gülümsemeyle, AB’ye girecek bir Türkiye’de ordunun siyasal alandan çekilmesinin şart olduğu hatırlatılıyordu.

Beklenen olmadı

Ama bilindiği gibi işler beklendiği gibi gelişmedi. TBMM, beklenmedik bir şekilde, Türkiye’nin ABD yanında Irak’a askeri müdahaleye katılmasını engelledi. Kıbrıs konusunda roller birdenbire değişti. “İslamcı parti” uyum paketlerini birbiri ardına Meclis’e sevk etti. TSK ile AKP ihtilaflarını cephe savaşına dönüştürmeden bazen çözdüler bazen üzerini örttüler. Başta Fransa olmak üzere, Avrupa’yı takdirle karışık bir endişe sardı. İş başa düşmüştü.

Bugün Fransa’da iki konu sağ ve solu yatay biçimde bölüyor: 2005 ilkbaharında referanduma sunulması beklenen Avrupa Anayasası’na karşı alınacak tavır ve Türkiye’nin üyeliğine yeşil ışık yakılıp yakılmaması. Herkes biliyor ki, önümüzdeki Aralık ayında Türkiye’yle üyelik müzakerelerine başlanma kararı alınması, bugünkü verili durumda, Türkiye’nin ileri bir tarihte üye olması demek.

İçinde Türkiye’nin de yer aldığı bir AB’ye coşkulu biçimde destek verenler Fransa’da küçük bir azınlık oluşturuyor. Bu yaklaşımın en güçlü sözcüsü eski başbakan, sosyalist Michel Rocard. Avrupa Anayasası’nı hazırlayan konvansiyonun başkanı, eski başbakan ve cumhurbaşkanı, aktif bir siyasetçi olarak, Fransa’da Türkiye’nin üyeliğinin ilkesel olarak reddedilmesinin gereğini bu siyasal temsil düzeyinde çok açık biçimde ilk kez dile getiren Giscard d’Estaing’in iki görüşüne yanıt, Rocard’dan gelmişti. Rocard’ın temsil ettiği yaklaşım, Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari başkanlığında toplanan Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun hazırladığı ve bugünlerde Avrupa başkentlerinde kamuoyuna sunuşu yapılan, “Avrupa’da Türkiye, Bir sözden fazlası mı?” başlıklı raporda dile getiriliyor (bkz. www.independentcommissiononturkey.org).

Michel Rocard, Türkiye’nin AB üyesi olmasını AB’nin küresel düzeyde alternatif bir cazibe merkezi olması için gerekli gördüğünü belirtirken, aynı zamanda, AB yolunda ilerlemek için, tüm eksikliklerine karşı önerilen Avrupa Anayasası’na evet denmesi gerektiğini savunuyor. İş, tam burada çatallaşıyor zaten.

El altından destek

Giscard d’Estaing’in tarihi lideri olduğu liberal-demokrat (bir tutam reformist liberal bir tutam Hıristiyan -demokrat) akımın yeni lideri Bayrou da, Avrupa Anayasası’na gözü kapalı evet denmesini savunurken, tam da bu nedenle Türkiye’ye hayır denmesi gerektiğini iddia ediyor. Bayrou’ya göre, Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek, yarım yüzyıldan beri izlenen siyasal birlik projesini kesin olarak terk etmek anlamına geliyor. Chirac etrafında bütünleşen De Gaulle’cü geleneğin partisi UMP liderleri de, anayasa referandumunu kurtarmak için Türkiye’nin üyeliğine “şimdilik” yeşil ışık yakmanın taktik hata olduğu görüşünü paylaşıyorlar. Aslında çoğu Türkiye’nin üyeliğini bir garabet olarak gördüğünü özel konuşmalarda saklamıyor. Devlet başkanı olarak daha özerk ve daha uzun vadeli bir bakışı koruyabilen Chirac, dış politikanın esas sorumlusu olarak, Aralık ayında Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini el altından şimdilik destekliyor. Başbakanı’nın açık karşı görüşüne rağmen, Dışişleri Bakanı Barnier’nin, “Türkiye’nin Avrupa’dan başka bir model seçmesi riskini alabilir miyiz?” türünden, tehdit yolu bir soru sorması, bu ikili rolün şu andaki en son repliğini oluşturuyor. Chirac’çılar, “müzakereye başlamak, üye olmak değildir, üyeliğe zamanı gelince karar verilir”den oluşan savunma hattına çekilmiş durumdalar.

Bu anayasa referandumu konusu gündeme gelmeden önce, Fransız merkez sağ partileri içinde Türkiye’nin adaylığına karşı çıkanlar, coğrafi sınırlar, kültürel fark, aradaki iktisadi-sosyal uçurum, demografik baskı gibi öğeleri işlerlerdi. Bugün de bunları dile getirmeye devam ediyorlar. 1999’da Türkiye’ye yeşil ışık yakılması konusunda olumlu çaba gösteren Vatikan’ın, son yıllarda Türkiye’nin üyeliğine karşı tavır almasıyla beraber, kültürel farkların altını daha özgüvenle çiziyorlar. Ama bütün bunların üzerinde yer alan yeni sorunsal, Avrupa Anayasası’nın ardından AB’nin dünya güç sisteminde işgal edeceği yer ve buna uygun yapılanmada yatıyor. Kısaca ifade edilirse, Türkiye’ye hayır diyenler bir güç-Avrupası kurulmasından yana oldukları için, bu tavrı almak zorunda olduklarını üzülerek beyan ediyorlar. Genişlemiş ortak pazar Avrupası’ndan farklı, siyasal olarak bütünleşmiş bir Avrupa Birliği’nin dünya güç sistemi içinde yer alabilmesi için, genişlemenin durdurulup, anayasa vasıtasıyla derinleşmeye bir an önce yönelinmesi gereğini vurguluyorlar.

Bu konuda Britanya’nın aldığı tavır, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar için turnusol kağıdı işlevi görüyor. Genişlemiş ortak pazardan ötesine gidilmemesinin en baş savunucusu olarak görülen Britanya’nın, Türkiye’nin üyeliğini en az çekince ile destekleyen büyük Avrupa devletleri içinde yer alması, Türkiye’nin güç Avrupası kurulmasına karşı bir mayın olarak AB içine sokulmak istenmesinin en açık işareti olarak algılanıyor. Madem öyle, güç Avrupası kurulmasının önündeki esas engel Türkiye mi yoksa Britanya mı sorusuna, “ah, zamanında De Gaulle İngiltere’nin adaylığını veto ederek” en doğruyu yapmıştı tarzında, riyakâr bir boyun eğişle karışık bir cevap alıyorsunuz. Anayasa konusu gündeme gelene kadar Fransa sol akımları, büyük bir çoğunlukla Türkiye’nin üyeliğine daha sıcak bakıyorlardı. Eski sosyalist başbakanlardan ve gelecek cumhurbaşkanı seçimlerindeki adaylardan biri gözüyle bakılan Laurent Fabius’un, beklenmedik biçimde Avrupa Anayasası’na hayır kampanyası başlatması, Türkiye’nin adaylığı konusunda bu kesimde de tavırların değişmesine veya daha açık biçimde dile getirilmesine yol açtı. İlginç olan, Anayasa’ya hayır demekteki amacının, liberal Avrupa gidişine bir dur demek, Avrupa’nın körü körüne bir rüzgara kapılıp sürüklenmesine son vermek, sosyal boyutlu bir güç Avrupası yönünde yeni bir kuruluş asabiyyesi yaratmak olduğunu söyleyen Fabius, tam bu nedenlerle Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkılması gerektiğini söyledi.

Böylece ortaya ilginç bir tablo çıktı. Bir yanda AB Anayasası’na evet demek ve siyasal birlik merkezli bir AB oluşturmak için Türkiye’ye hayır denmesini savunanlar. Bunlar genellikle sağ kesimdeler. Diğer yanda, güç Avrupası kurmak için önerilen Anayasa’ya ve Türkiye’ye hayır diyenler. Bunlar sosyalist ve komünist partilerin bir kesimi, ulusalcı sol ve sağın hemen hepsi. Bunların karşısında, işveren çevrelerinin görüşünü yansıtanların ifade ettiği, anayasa önerisi ve Türkiye’nin adaylığına evet denmesini savunanlar var. Daha önemlisi, sosyalist partinin (genel sekreter Hollande, eski Başbakan Jospin ve Rocard) ve Yeşiller’in bir bölümünün savunduğu (Cohn – Bendit), önerilen anayasaya ileride değiştirilecek bir anlaşmadan daha fazla önem verilmemesi görüşünü savunarak, Birliğin ilerlemesi için evet denmesi gerektiğini ifade edenler yer alıyor. Bu sonuncular, Türkiyeli bir AB’nin aynı zamanda dünyadaki yeni güç yapılanmasında, olmazsa olmaz bir alternatif kültürel-toplumsal birlik modeli sunacağını iddia ederek, Türkiye’nin üyelik yolunun açılmasını savunuyorlar.

AB Anayasası konusundaki tartışmaları başka bir yazıda ele almak gerekiyor. Ama görünen o ki, Türkiye’ye verilecek yanıt, Almanya’da, ülkede yaşayan büyük bir Türkiyeli kitlesiyle ilgili bir iç politika sorunu olarak yaşanıyor. Böyle bir Türkiyeli nüfusun olmadığı Fransa’da ise, Türkiye çok farklı, hatta bazen birbirine zıt savların buluştuğu bir pota işlevi görüyor. Ermeni sorunu kadar İslam fobisinin, “Kilisenin büyük kızı” olma ayrıcalığının bıraktığı izlerden, kolonyalizmden yakın bir tarihte ve kerhen çıkmış olmanın komplekslerine kadar uzanan bir karmaşık yumakta, Fransa, kendi tekelinden giderek çıkan AB projesi karşısında, bir tür travma yaşıyor. Bu travmanın yol açtığı spazmların, 17 Aralık’ta, Türkiye konusunda beklenmedik bir kasılma yaratması ihtimali var.

Yorumlar kapatıldı.