İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kumkapı ve Kapalı Çarşı´nın Hikayesi

Agos

18/09/2004 Laura AVADAR

——————————————————————————–

BİA (İstanbul) – İstanbul gezmekle de yaşamakla da bitmez ya, yine de tutmak gerek bir ucundan. Ben de Kumkapı’dan çıktım yola. Burası avuç içi kadar bir semt aslında.

Belediye kararıyla bir gecede rengârenk boyanan yorgun evleri, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı, Afrikalısı, Rus’u, Ermeni’si, Çingene’siyle, yorgun evlerin giriş katlarında birbiri ardına açılan, tekstil atölyelerinde alın teri dökenleri, evler arasına gerilmiş iplerden sarkıtılan boy boy, çeşit çeşit çamaşırları, kapı önlerinde ip atlayan çıplak ayaklı kızları, dört koldan hep aynı meydana çıkan sokakların bitimindeki meyhane kültürüyle ayrı bir soluk, İstanbul için bambaşka bir İstanbul Kumkapı…

‘Rakı içilir Kör Agop’ta’

Kumkapı’yı Kumkapı yapan meyhaneleri söz konusu olduğunda, akla tek bir isim geliyor; Agop İnciyan’ın “Kör Agop” meyhanesi. Agop İnciyan meyhanesini açmadan önce, büyükbabası ve babası gibi balıkçılık yapıyormuş.

İçkiye olan düşkünlüğüyle tanınan Agop Bey, dışarıda içki içmenin pahalı olması nedeniyle, meyhaneciliğe 1938’de Kumkapı sahilinde sandalda balık çorbası ve rakı satarak kendi zevki için başlamış.

Kumkapı’nın değişik yerlerinde 16 ayrı dükkânda kiracı olan İnciyan, kiracı olarak bulunduğu hiçbir dükkânı tam olarak benimsememiş; ya dar bulmuş ya da havasız. Meyhaneye gelen insanların genellikle gamlı ve kederli olduğunu, bunun için de binanın yüksek tavanlı olması gerektiğini söylermiş.

Hayalindeki meyhaneyi ancak 1983’te bulabilmiş. Geçen yüzyılın sonunda yapılmış, dış cephesi nakış işlemeli, tavanları yüksek ve volta döşemeli, 1883 yapımı Gümrük Binası’ndaki bu dükkânı görünce, varını yoğunu vererek satın almış.

Ancak kısa bir süre sonra Agop İnciyan hastalığa yenik düşerek hayata gözlerini yummuş. Oğlu Hayko, işleri devralmış; o da altı sene geçmeden bu dünyadan ayrılmış. Şimdi, Hayko Bey’in eşi Silva Hanım ve oğlu Daniel altmış altı yıllık aile geleneğine gözcülük ediyorlar.

‘Aykut, Memo, Levon…’

Bırakın Türkiye’yi dünyada da tanımayan kalmamış, sabah 10.00’dan gece 03.00’e kadar müşterilerine hizmet veren Kör Agop meyhanesini.

Balık çorbasını ilk icat eden adamın meyhanesinde mevsiminde olması şartıyla bin bir çeşit balığı, topik, pilaki, midye dolması gibi Ermeni mezelerini ve belki de hepsinden önemlisi balığın yanında açılan bir şişe rakıyı bulmak mümkün.

“Yirmi yıllık çalışma hayatımda Ermeni kültürüyle iç içe yaşadım ve öğrendim,” diyor emektar Muammer Usta. “10 yıl öncesine kadar nezih Ermeni aileleri yaşardı Kumkapı’da. Cenazeleri düğünleri olurdu, bütün Kumkapı esnafı dükkânları kapatıp hep beraber düğüne cenazeye giderdik” diye anıyor eski günlerini.

Şimdiyse Kumkapılı Ermeni ailelerin çoğu ya Bakırköy’e, ya Şişli’ye ya da Kadıköy’e taşındı, köşe başlarında eski dostlara tek tuk rastlanır oldu.

Esnaf azalırken pansiyonlar ve tekstil atölyeleri sokak aralarındaki yerlerini almayı ihmal etmedi. Ama tren istasyonunun karşısındaki baraka kapılarına çocuklar okullarından aşırdıkları beyaz tebeşirlerle isimlerini kazıyarak arkadaşlık yeminleri etmekten asla vazgeçmedi. “Aykut, Memo, Levon…”

“20 yıldır Kumkapı’dayım” diyor Muammer Usta. “Hayko Beyden öğrendim işimin inceliklerini ve adam olmayı. Babacan bir adamdı. Kendisi sigarayı bırakmaya çalışmıştı ama bırakamamıştı. Beni sigara içerken yakaladığında karşısına alır; bak oğlum rakı iç, şarap iç ama şu zıkkımı içme derdi. İçsem bile ondan gizli içerdim yakalandığımda da ceketimin koluna saklardım sigaramı, bu yüzden çok ceket gömlek kolu yakmışımdır…” diyerek iç geçiriyor.

“Genelde rakı içilir Kör Agop’ta” diyor Usta, “İçmeyeni de biz alıştırırız. Bazen rakıyı bilmeyen turistler geliyor bir defa içtikten sonra memleketlerine dönene kadar sabah akşam buraya rakı içmeye geliyorlar.”

Müdavimlerinin sığınağı

Yabancı da Türk de Kumkapı’nın Ördekli Bakkal Sokağı 7 numarasında aynı saygıyı görüyor. Ne fiyatlarda ne de hizmette kimse gözetilmiyor. Belki de bu yüzden ağzının tadını bilen bir türlü vazgeçemiyor Kör Agop’tan. 30-40 masası var meyhanenin, “gelenlerin zevkini bilir ona göre donatırım masayı” diye konuşuyor Muammer Usta.

“Tanımasam bile yaşından çıkartırım ne yemek isteyeceğini ancak ne içeceğini sorarım” diyor, meyhanede geçirdiği yıllar boyunca insan sarrafı olup çıkan Usta.

“Gelen müşteri de yaşından duruşundan, konuşmasından hemen zevkini belli eder.”

10-20 yıldan aşağı çalışanı olmayan meyhanenin tüm görevlileri emektar. Ta Agop İnciyan zamanında çıraklık yapanlar şimdi usta olmuşlar ve yıllardır Agop Bey’den öğrendikleri gibi pişiriyorlar balık çorbasını ve topiği.

Müzik dinlemek de ayrı bir zevk Kör Agop’da, Zeki Müren’den Müzeyyen Senar’a klasik Türk müziğinin en güzel tınılarını icra eden Rıdvan Amca, 70 yaşına rağmen her akşam işinin aynı zamanda tuzda, tenekede ya da kiremitte balığının ve bir kadeh rakısının başında fasıllarıyla daha da renklendiriyor Kör Agop’u.

Bir gelenin mutlaka bir daha geldiği meyhanenin duvarları Kör Agop’a ve rakıya yazılmış şiirler ve yazılarla dolu. Çoğu şiir müşteriler tarafından çalınmış. Duvarda kalanlar arasında en ilgi çekeni ise şöyle akıveriyor:

“Her gelen müşteri bunu cep telefonuna kaydedip arkadaşlarına mesaj olarak yolluyor” derken gözlerinin içi gülüyor Muammer Usta’nın.

Her gün hiç usanmadan saf ve yalın dostlukların birbirini kucakladığı, İstanbulluların ve İstanbul’a yolu düşen herkesin mutlaka gidip görmesi gereken ayrı bir dünya ayrı bir zevk Kör Agop.

Kültürlerin kaynaştığı noktada yakın tarihin en önemli temsilcisi belki de… Tıpkı İstanbul içinde ayrı bir renk ayrı bir soluk taşıyan Kumkapı gibi.

Altın Tozu: Kapalı Çarşı

Bir zamanlar evlerden boy boy çirozların sarktığı, hemen hemen herkesin sahilde bir kayığının bulunduğu, eskinin balıkçı kasabası Kumkapı’dan ayrılıp, yukarı Beyazıt’a doğru çıktığımda tüm görkemiyle Kapalı Çarşı kucaklıyor beni.

Dünyanın en eski ve en büyük kapalı çarşısı 60 kadar sokağı üç binden fazla dükkânı ile adeta kendi içinde özerk bir şehir. Bir zamanlar yorgancılar, fesçiler, terlikçiler gibi meslek gruplarının bulunduğu çarşıda bu meslekler yalnızca birer sokak adı şimdi.

Çarşının ana caddesi sayılan sokakta çoğunlukla mücevher dükkânları, buraya açılan yan sokaklarda ve etrafındaki hanlarda ise kuyumcular, antikaların ve aynı zamanda süs eşyalarının satıldığı bedesten ve dericiler yerlerini almış.

Çarşıdan ayrılıp etrafta göz gezdirdiğimde küçük kuyumcu atölyelerine ev sahipliği yapan sayısız han ve Kapalı Çarşı’nın küçük atölyelerinde çoğu Kumkapılı olan Ermeni kuyumcular çıkıyor karşıma.

Bu hanlardan birinde ise Kapalı Çarşı’nın meşhur ustalarından Garbis Abi karşılıyor beni. 50’li yaşlarında Garbis Abi.

“Şaka maka 40 yılı devirdim bu meslekte!” diyor ilk gün heyecanıyla. Kendisi de Kumkapılı olan Garbis Abi önce Kumkapı Kapalı Çarşı bağını anlatıyor bir masal gibi.

“Osmanlı padişahlarından biri İran şahını ziyarete gider. Şah İran’ın el sanatlarından birer örnek hediye eder padişaha, padişah el sanatları arasında en çok Ermeni kuyumcuların yaptığı altın takılara hayran kalır. Bu hayranlığı sezen İran şahı 50 Ermeni kuyumcu aileyi Osmanlı imparatorluğuna gönderir. Padişah da bu aileleri Kumkapı’ya yerleştirir, işte bu yüzden Kapalı Çarşı’da çalışan Ermeni kuyumcuların çoğu Kumkapılı’dır.”

‘Ustan neyse o olursun’

Garbis Abi ilk okuldan hemen sonra ustası Krikor Kalaycıoğlu namı değer Tonton’un yanında başlamış işe. “Çok iyi bir ustaydı” diyor ve duygulanıyor bir anda.

“Ustalar insanın anası babası gibidir. Nasıl derler şu kızın şu oğlanın anası babası iyidir diye, usta için de aynısını derler. Ustan neyse o olursun.”

Sonra da başlıyor saymaya Kapalı Çarşı’nın gelmiş geçmiş en büyük ustalarını, Deli Avedis, Garo Avakyan, Parunag Atan, Pala Agop…

Kapalı Çarşı’da herkesin bir lakabı olduğunu öğreniyorum Garbis Abi’den.

Ham altının görülmemiş güzellikte takılara dönüştüğüne tanıklık eden yaşamlar her gün altın soluyor adeta. Bir yüzüğe taşının mıhlanmasının ardından ele alınan eye ile taşın etrafını pürüzsüzleştiren kuyumcunun eli kolu ve nefesi altın tozuna bulanıyor her gün.

“Yıllar önce en iyi kuyumcuların atölyelerinin bulunduğu Çuhacı Han’da kuyumcular işlerinin bitiminde evlerine giderken ellerini kollarını hanın ortasındaki bir çeşmede yıkarlarmış. Günün birinde çeşmeye bir altın parçası kaçmış. Çuhacı Han seferber olmuş altını çıkarmak için çeşmeyi kırmışlar. Altını çıkarmışlar ama bir de ne görsünler yıllar yılı kuyumcuların ellerine yapışan altın tozları çeşmenin borularında birikmiş. Kilolarca altın çıkarmışlar o gün borulardan. İşte o gün bu gündür hiçbir kuyumcu elini kolunu alelade bir çeşmede yıkamamış. Atölyesindeki bir leğende sodalı suda yıkar olmuş leğenin altında altın tozları birikir yıl sonunda belki 200 300 gram altın çıkartılır,” diye anlatıyor Garbis Abi mesleğin büyüsünü.

Çırak Gıvı…

Kapalı Çarşı’nın arka sokakları hanların pencerelerinden uçuşan altın tozlarını solurken, “her çırağın bir ustası, her ustanın da bir çırağı olur” diyor Garbis Abi gülümseyerek.

“Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız vardı adı Gıvı’ydı, biraz ağır bir çocuktu. İşe girmesini zanaat öğrenmesini isterdim. Bunun üzerine onu bir kuyumcu arkadaşın yanına çırak olarak verdim^Arada bir de gider kontrol ederdim iyi çalışıyor mu, iş görüyor mu diye.

Ustası da bir iş yaptığı yok, temizlik bile yapmıyor, derdi. Bunun üzerine ben bir gün nasihat etmeye başladım Gıvı’ya, bak oğlum etrafı temizle işler bitince pis su varsa dök yerine yenisini koy…

O da herkes gidince benim nasihatimin üstüne etrafı temizlemeye başlamış, ilk iş olarak da bizim ramat dediğimiz kuyumcunun elini sodalı suda yıkadığı dibi altın dolu kabı pis su zannedip tuvalete dökmüş bir de bir güzel yıkamış. Bana anlatıldığına göre ustasının bir gecede saçları beyazlamış” diyerek anımsıyor şimdi 40’lı yaşlarında olan Gıvı’yı.

Çarşı’daki en önemli olgunun güven olduğunu öğreniyorum Garbis Abi’den.

“Dükkâna bir çırak alındığında önce sınanır. Hırsızın arsızın yeri yoktur atölyelerde. İlk iş olarak tartının tozunu almasını isteyen usta, tartının altına önceden bir kaç gram has altın bırakır ve dışarı çıkar, çırak eğer tozu alırken altını cebine atar hiç bir şey yokmuş gibi davranırsa hemen işten çıkartılır. Yok eğer saklar da ustası dönünce ustasına verirse güvenilir olduğu anlaşılır. İşine devam eder, o da günün birinde usta olursa çıraklarını aynı sınavdan geçirir.”

Kapalı Çarşı İstanbul’un merkezinde dev ölçülü bir labirent gibi hayalleri altın suyuna batırarak, ziyaretçilerinin gözlerini kamaştırırken, her akşam altın tozu süpürülen yollarında birer seyyah edip çıkartıyor, zamanın şimdisinden geçmişine adım atan bizleri…(LA/BA)
…..

Yorumlar kapatıldı.