İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

PATRİKHANE’Yİ HEDEF ALACAKLARDI

Hatay Gazetesi

İsmail Zubari

24 Ağustos 2004

1. başlık PATRİKHANE’Yİ HEDEF ALACAKLARDI

2. başlık BEN TÜRKİYE’DEKİ ERMENİLERİN HİZMETKARIYIM

Zubari: Sayın patrik; bu yıl Şubat ayının başında Antalya’da bir trafik kazası geçirdiniz. Öncelikle geçmiş olsun. Kazadan önce İstanbul’da çeşitli yerlere bombalı saldırılar yapılmış onlarca insan yaşamını yitirmişti. Bu olayların ardından yaşadığınız trafik kazası aklımıza suikast şüphesini düşürdü. Böyle bir ihtimal var mı, yoksa olay tam anlamıyla bir kaza mıydı?

Mesrob II: O zamanlarda Ermeni Patrikhanesi’ne de bir bomba koyma teşebbüsü olmadı değil. Ama Emniyet birimleri bunu yapacak olanı daha eyleme geçmeden yakaladılar. İnternetten gizli bir yazışmayı ortaya çıkardılar. Yanılmıyorsam 30 yaşlarında genç bir kişiymiş yakalanan. Patrikhane’yi ve karşıdaki okulu hedef alan bir girişim söz konusuymuş. Ancak planlarını eyleme geçirmeden güvenlik güçleri onu yakaladılar. DGM’ye çıkardılar. Sanıyorum şu anda cezasını çekiyor.

Zubari: Sizin yaşadığınız olay kaza mıydı, yoksa bu tür teşebbüslerin bir sonucu muydu?

Mesrob II: Kazaydı. Tam anlamıyla bir kazaydı. Diğer olaylarla bir ilgisi yoktu.

Zubari: İnsanlar dünyada sürekli birbirleriyle çatışıyorlar. Savaşıyorlar, birbirlerini vuruyorlar, kan döküyorlar. Bunlar neyi paylaşamıyorlar? İnsanoğlunun doğasında mı var bu şiddet eğilimi, yoksa devamlı birileri mi körüklüyor olayı?

Mesrob II: İkisi de. Bence insanın doğasında var şiddet. Kutsal Kitap’ta her türlü günahın Tanrı’ya teslim olmamaktan, Tanrı’ya itaatsizlikten kaynaklandığını okuyoruz. İnsanlar özellikle itikatları olmadığı ve doğru yoldan çıktıkları takdirde, artık herhangi bir düzene göre yaşamıyorlar. Herkes karnını doyurmak, kendi çıkarlarını gözetmek için, öteki canlı yaratıklarda olduğu gibi kendi güçlerini ispat edebilmek, başkalarının üzerinde hakimiyet kurmak için saldırgan olabiliyor, şiddet gösterebiliyor. Onun için Dünya Kiliseler Konseyi, içinde bulunduğumuz on yılı – 2000’den 2010’a kadar – “şiddet karşıtı on yıl” ilan ederek bir kampanya başlattı. Yazılı veya sözlü veya eylemli her türlü şiddetin önünü almak, sona erdirmek için kiliseler kendilerince çaba sarfediyor. Tabii ki, her şeyden çok eğitim gerekiyor. İnsanları şiddete karşı eğitmek gerekli. O da ufacık çocukların eline oyuncak tabanca ya da kılıç vermemekle başlar. İnsanlar, çocuklarının eline müzik aleti, bilgisayar, güzel eğitici ve yapıcı oyuncaklar vermek yerine oyuncak silah veriyorlar. Bu ve benzeri şeyler, özellikle TV’de şiddet sergileyen filmler insanların kafasına daha çocukken şiddeti sokuyor. Silahı eline alan kendini güçlü hissediyor. Bir yerde ruh hastası oluyor.

Zubari: Şiddet ancak eğitimle yok edilebilir diyorsunuz…

Mesrob II: Tabii ki. Şiddetin de çeşitleri var. İnsan küfrederek, küçümseyerek, dedikoduyla, saldırgan yazılar yazarak, başkasının hakkında yalan yanlış ihbarlar yaparak, ya da asılsız söylentiler yayarak da şiddet gösterebilir. Selam vermemek bile bana göre bir yerde şiddettir. Sokakta yürürken insanlara asık surat göstermekten ya da kasten görmemekten başlayıp daha fiziksel şiddet biçimlerine kadar devam eder. Bütün bunlar bir şiddetler silsilesidir. En masum görünenden, kanlı, bıçaklı, tabancalı, insanların yaşamına kasteden hareketlere kadar. Bu yüzden şiddet karşıtı kampanya önemlidir. Vaazlarda, kiliselerde, medyada özellikle şiddet karşıtı söylemlerde bulunuluyor, insanlar barışa davet ediliyor.

Zubari: Bir tür şiddet karşıtı aktivizm…

Mesrob II: Çünkü iyiye doğru bir gidişden söz etmek hayli zor gibi geliyor bana. Doğal kaynaklar paylaşılamıyor. Özellikle büyük dünya şirketleri bu kaynaklara erişebilmek için bürokratlarla şaibeli ilişkiler içindeler. Bir çok masum, torpilsiz, sadece askerlik görevini ya da paralı askerlik yapan bir çok genç insan da işte bu sömürücülerin para iştahı ve hırsı yüzünden hayatlarını kaybediyor. Irak’ta görüyoruz işte. Orada yeterli ve geçerli nedenler olmaksızın bir savaş başlatıldı. Şu anda bir çok insan ölüyor. Halbuki müdahale sözde barış ve huzur gelecek diye yapılmıştı… Sanki bir barış harekatıymış gibi lanse edildi. Ama yalnız Irak’ta değil, tüm yörede daha çok karmaşa oldu. Herkes diken üzerinde savaşın farklı şekillerde yayılmasını izliyor. Dünyanın her tarafında bu yüzden şimdi bir terör korkusu, bir terör tedirginliği var. Onlar belki din adına yapılmış şeyler değil, ama din yine de kullanılıyor.

Zubari: Peki, siz iktidardan sözettiniz. Bu gücü eline alan insanlar diğer insanları niye böyle hakir görüyorlar? Mesela sizin anlayışınızda iktidar nedir? İnsanın gerçekten yükselmesi ve hizmet yapabilmesi için ne yapması lazım?

Mesrob II: Bir kere Hıristiyan dünya görüşünden bahsedecek olursak, insanların iktidarı kısa ve geçiçidir. Kalıcı iktidar Tanrı’nındır. Halkları, cemaatleri, devletleri yönetenler, yönetici sıfatı taşıyan hizmetkarlardır. Mesela bugün Katolik dünyasının başı olan Papa kendisine titri sorulduğu zaman çok güzel bir cevap veriyor. Diyor ki ben Katolik dünyasının birinci hizmetkarıyım.

Zubari: Asıl titri nedir?

Mesrob II: Titri Papa ve batı patriğidir. Roma episkoposudur. Kendisine sorulduğunda çok alçak gönüllü bir şekilde “ ben Katolik dünyasının birinci hizmetkarıyım” diyor. Gerçekten öyle. Ben de Türkiye’deki Ermenilerin birinci hizmetkarıyım. İktidar ne demek? Neyin kudreti, neyin gücü bu? Sonuçta insanın elinde – bir devlet yöneticisi bile olsa – askerleri, orduları bile olsa bütün bunlar aslında belli bir ülkenin, bir halkın güvenliğini sağlamak için olmalı. Saldırı için değil, kendini savunmak için olmalı. Hizmet için olmalı.

Zubari: Güç saygıyı da beraberinde getiriyor…

Mesrob II: Bakın din adamı olsun, devlet adamı olsun – hangi sektörde olursa olsun – birinci mertebeye kadar yükselmiş bir insanın kendisine gösterilen saygının, kişi olarak kendisine yapıldığını sanıyorsa ben ona zavallı diyorum. Çünkü aslolan içinde bulunduğu sistemdir. O sistemin içinde kendisi layıkıyla, ya da şartlar öyle gerektiği için olabilir, yükselmiştir. Görevi şimdi hizmet etmektir. Başında bulunduğu sistemde en üretken, en yararlı bir şekilde hizmeti halka sunmaktır. Mesih İsa da öyle yapmıştı zaten. Havarileri kendi aralarında kim birinci, kim başa geçecek diye tartıştıklarında, Mesih onların ayaklarını yıkadı. Ayak yıkayarak “ben bunu size yapıyorsam siz de bunu birbirinize yapın” dedi. Yani yükselmenin hizmet etmekten geçtiğini göstermek istedi.

Zubari: Şimdi sizin cemaati ilgilendiren bir soru sormak istiyorum. Son zamanlarda özellikle azınlık vakıfları ve patrikliğin statüsü konusunda bazı girişimleriniz oldu. Talepleriniz nedir? Şunun için soruyorum. Özellikle basında farklı yorumlara neden oldu. Kimisi demokratik bir talep, kimisi özel ayrıcalık istiyor dedi. Ben birinci mevki olarak sizden öğrenmek istiyorum. Neydi talepleriniz? Ayrıca bu konuda herhangi bir gelişme yaşandı mı?

Mesrob II: Bunları salt benim taleplerim olarak değerlendirmek büyük hata olur. Bunlar, benim cemaatimin talepleri. Cemaatimin sivil yöneticileri de vardır. Ben çoğu zaman sivil yöneticilerin devlete arz ettiği dilekçeleri alıp, cemaatin patriği sıfatıyla ilgili bakanlıklara aktarıyorum. Ancak benim esas kimliğim ruhani. Öyle ki dini olmayan konularda benim devlete sunduğum talepler doğrudan benim değil, halkın. Vakıfları ben değil, halkın seçtiği ve ne hikmettir ki mülki idarenin onayladığı kilise üyeleri yönetiyor. Bu yöneticilerin tek istedikleriyse, gerek Anayasa’daki gerek Lozan Antlaşması’nda yazılı olan hakların harfiyen uygulanmasıdır. Azınlık veya çoğunluk vakfı gibi ayırımcılığın yapılmaması gerekir. Ülkedeki tüm vakıfların eşit olması gerekir. Bu gün vakıflar var ki mesela bağış kabul edebiliyor, yeni mal varlığı edinebiliyor. Ama azınlık vakıfları son zamanlara kadar bunu yapamıyordu. Şimdi ise AB’ye uyum yasalarıyla bir şeyler değiştirilerek bir nebze eşitlik sağlanmaya çalışılıyor. Ama bekleyip göreceğiz. Bakalım uygulama gerçekte nasıl olacak?

Zubari: Biz sizin talebinizden söz edelim. Mesela Patrikliğin statüsünden kastedilen nedir? Bu konu zaman içinde halledilmemiş bir mesele mi? Bu güne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde Patrikliğin belli bir statünüz yok muydu?

Mesrob II: Biz 543 yıllık bir patrikliğiz. Tabi ki patrikliğin bir statüsü var. Zamanında bu statü fermanlarla belirlenmiş. Patriklik, Türkiye’deki Ermenilerin ruhani riyaset makamıdır; Türkiye’deki Ermenilerin dini, hayri, içtimai koordinasyonunu sağlar. Bu hem padişah fermanlarıyla, hem de Osmanlı’nın 1863 Milleti Ermeniyan Nizamnamesi’yle belirlenmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, yeni bir düzenleme yapılmamış. Tabi ki Osmanlı Nizamnamesinin bu gün harfiyen uygulanabilmesi mümkün değil. Bu günkü medeni kanuna göre uygulanması zor olur. Onun için yeni bir düzenleme talebinde bulunuyoruz. Bu benim tarafımdan getirilen yeni bir talep değil. Ben 25 yıldır Patrikhane’deyim. 25 yıldır 3 değişik patrik görev yaptı. Hepsi de aynı veya benzer taleplerde bulundu. Yoksa her patrik seçiminde, her önemli seçimde sorun olur. Çünkü ülkemiz Osmanlı değil, artık Cumhuriyet yasalarıyla yönetiliyor ve uluslar arası anlaşmalara da imza koyuyor. Bütün bunların ışığında yeni bir düzenleme yapılması lazım.

Zubari: Bugün bayram nedeniyle Vakıflı’ya geldiniz. Cemaatiniz her zaman olduğu gibi yine büyük bir coşkuyla sizi karşıladı. Ben daha önceki röportajlarımda Meryem Ana bayramını sormuştum. Şimdiki sorum dikkatimi çeken bir şey üzerine olacak. Siz üzüm kutsanmadan yemiyorsunuz, bir nevi üzüm orucu tutuyorsunuz. Üzüm kutsama töreninde her çeşit üzümü kutsuyorsunuz, ama orucunuzu çekirdeksiz üzümle bozuyorsunuz. Bunun nedenini öğrenmek istiyorum.

Mesrob II: Çekirdeksiz üzüm, Mesih İsa’nın erkek tohumu olmaksızın Aziz Bakire Meryem Ana’dan doğuşunu simgeliyor. Bu inanç İncil’de de, Kuran’da da var. Tevrat’ta bile Hz. İşaya Peygamber’in bölümünde yazılı. Hıristiyanlığın diğer Ortodoks mezheplerinde de kutsanan hasatın ilk üzümleri, Ermeniler tarafından köklü bir oruç geleneğini uyguladıktan sonra 15 Ağustos’a en yakın Pazar günü okunuyor. Üzüm orucu bizde Paskalya öncesi Paregentan dediğimiz Büyük Karnaval gününden başlayarak, Ağustos ayındaki Meryem Ana bayramında üzümler kutsanana kadar devam eder. Aslında üzüm kutsama törenleri Hıristiyanlıktan önceki dinlerin hasat bayramlarına benzer. İnsanlar hasat döneminin başlangıcını kutlarken, üzümü ilk meyve olarak değerlendirir ve hasat sezonunun başlangıcını büyük bir coşku ve sevinçle kutlarlardı. Bu bayram, Mesih İsa zamanında da yaygın olarak vardı, ve üzümlerin kutsanması geleneğiyle günümüze kadar geldi. İncil’in Yuhanna bölümünde İsa kendisini asma, havarilerini ise dalları olarak nitelendirdi. Bu bayram kutlamalarında övdüğümüz Aziz Bakire Meryem Ana’ya kilise ataları aynı zamanda “hayat ağacı” da demişlerdir. Çünkü asmayı, yani İsa Mesih’i, ilk meyveyi O doğurdu. Mesih, sonsuz yaşam için, biz insanların kurtuluşu için kanını döktü. Mesih’in kanının kırmızı şarap simgeliyor. Biz de O’nu anarak, toprağın ürününden olan üzümleri kutsuyoruz. Bizim geleneğimize göre kutsanan üzümler çekirdeksiz olmalıdır, çünkü İsa Mesih hiçbir aracı kişi olmadan beden almıştır.

Zubari: Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Mesrob II: Ben de teşekkür ederim.

Yorumlar kapatıldı.