İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azınlık hakları, Ruhban Okulu ve birlikte yaşam formülü!

Yrd. Doç. Dr. Bekir Berat Özipek

Gayrimüslim vatandaşlarımızın dinî ve kültürel alanda karşı karşıya bulundukları sorunlar, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına ilişkin girişimler dolayısıyla bir kez daha gündeme geldi.

Milli Eğitim Bakanının konuya sıcak baktığını ifade etmesi, yaşadığımız ülkede herkesin barış içinde ve özgür biçimde bir arada yaşaması için çaba gösterenleri umutlandırdı. Şimdi artık yapılması gereken, konunun bir kez daha kapanmasına izin vermeden ve çözümü muhayyel bir zamana bırakmadan atılacak adımların neler olduğunu cesaretle tartışmak olmalı. Bunu yaparken, gayrimüslim vatandaşlarımızın diğer sorunlarını da etraflıca masaya yatırmalı ve çözümün önünde engel teşkil eden ön kabulleri veya kaygıları da konuşmalıyız.

Sorunların kökeni aynı: Katı laiklik

Ruhban Okulu talebi de dahil olmak üzere, gayrimüslim vatandaşlarımızın dinî ve kültürel haklara ilişkin taleplerinin karşılanmasına soğuk bakanların, sanki tartışılmaz gerçeklermiş gibi sundukları, adeta geçerliliği kendinden menkul bazı yargılar var. Aslında bu yargıları üreten ruh halini de mercek altına almak gerekiyor. Geçtiğimiz yüzyılın başında özellikle Ermeniler ve Rumlarla Türkler arasında yaşanan acı olayların, onların hak talepleri konusunda kuşkucu yaklaşımları beslediğini göz önüne aldığımızda, bu yargıların arkaplanını anlamak mümkün görünmektedir. Ne var ki, anlamak hak vermek değildir ve geçmişin acılarının bugün hayatı herkes için zorlaştırmasına izin verilmemelidir. Bunu yapmak, bugünkü talepleri peşinen kötü niyetli girişimler olarak görüp mahkum ederek tartışmayı bitirmeye sebep olan ön kabullerin sorgulanmasını da beraberinde getirecektir.

Bu ön kabullerden birisi, azınlıkların hak talepleriyle ilgili konular ne zaman gündeme gelse, resmi düzeyde dile getirilen “mütekabiliyet şartı”dır. Buna göre, örneğin Rum vatandaşlarımıza bazı sivil ve siyasi hakların tanınması, aynı hakların Yunanistan’da yaşayan Türklere de tanınmasına bağlıdır. Böyle bir yaklaşımın hatası, pratik bakımdan Rumların dışındaki gayrimüslim vatandaşlarımızın (örneğin Süryanilerin ve Yezidilerin) sorunlarını çözmeye yetmemesi bir yana, her şeyden önce ahlaki bakımdan kabul edilemez bir siyasi tercihi ifade etmesindendir. Devletin kendi vatandaşlarının haklarını başka bir devletin kendi vatandaşlarına tanıdığı haklara bağlaması, konumuz açısından onları Yunanistan’daki Türklerin haklarının ihlalini engellemek için bir pazarlık unsuru olarak kullanması, vatandaşlar arasında köken ve soy bakımından bir ayrımcılık yapması anlamına gelmektedir; ki böyle bir uygulama insan haklarına saygılı demokratik bir devletin uygulaması olamaz.

Dahası, artık anlaşılması gereken bir diğer gerçek de şudur: Türkiye’de yaşayan Rumlar, Yunanistan devletinin buradaki uzantıları değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarıdır; geçmişten günümüze buradaki toplumun bir parçasıdırlar ve Yunanistan’ın ne yaptığından bağımsız olarak hakları iade edilmelidir. Onların sivil ve siyasi hakları, Lozan Anlaşması veya Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi artık haklara dar gelen çerçevelerin ötesinde ele alınmalı ve bu haklar değil, gerekirse bu çerçeveler sorgulanmalıdır.

Gayrimüslim vatandaşlarımızın yaşadıkları sorunlar, aslında Müslüman vatandaşlarımızın yaşadıkları sorunlarla aynı kaynaktan gelmektedir. Bu sorun, devletin dinler ve inançlar konusunda insan haklarına dayalı bir hukuki ve siyasi yapıyı baştan beri tesis etmemiş olmasıdır. İnsan hakları çerçevesinde din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin talepler, genellikle laiklik gerekçe gösterilerek veya milliyetçi reflekslerle engellenmekte, bu uygulama müslim ve gayrimüslim, Alevi ve Sünni, dinî inancı olan veya olmayan herkesi çeşitli biçimlerde rahatsız etmektedir. Burada temel sorun, devletin din ve inanç alanını düzenlemeye ve içeriğini belirlemeye ilişkin uzun dönemli politikasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda başörtüsü yasağından Alevi ve Sünni adını taşıyan STK kurma yasağına veya gayrimüslimlerin ve Müslümanların çocuklarına din eğitimi vermelerinin engellenmesine kadar pek çok sorunun kaynağı budur. Gayrimüslimler söz konusu olduğunda, egemen laiklik anlayışından kaynaklanan sorunlara, bir de milliyetçi önyargılardan kaynaklanan sorunlar eklenmektedir. Oysa bu alanın bir barış ve özgürlük alanı olması hiç de güç değildir.

Asıl engel toplum değil

İnsan hakları gerektiğinde topluma karşı da savunulması gereken bir değerdir; ancak bu meselede belki buna gerek bile yoktur. Türkiye toplumu, sözünü ettiğimiz yakın dönemin acılarının gölgesine rağmen, farklı dinler ve inançlarla barışçıl birlikte yaşama geleneğine sahiptir ve özgürlüğe bir şans tanındığında, bu geleneğin gücünün yeniden kendisini göstermesi mümkündür. Atina’ya cami yapılması girişimine karşı Yunanistan’da ortaya çıkan şiddetli tepkiye benzer bir tutumun Türkiye’de kiliselere karşı söz konusu olmaması önemlidir ve Türkiye toplumunun bu konudaki sağduyusuna güvenmemizi öğütleyen bir örnektir. Kilise ve havra, Türkiye toplumunun gözüne yabancı gelmeyen yapılardır. Heybeliada Ruhban Okulu da yeni bir okul değil, yeniden açılmak istenen bir okuldur. Zaten aslında müslim veya gayrimüslim vatandaşlarımızın din özgürlüğüyle ilgili taleplerine karşı asıl tepki de toplumdan değil, temelde bürokratik yapıdan gelmektedir.

Dolayısıyla, gayrimüslim vatandaşlarımızın dinî ve kültürel hak taleplerini tam anlamıyla tesis edecek bir düzenleme, aslında tüm inanç gruplarını rahatlatacak bir genel politika değişikliğine ihtiyaç göstermektedir. Örneğin, Lozan’ın güvencelerinin dışında kalan Süryani ve Yezidi grupların din eğitimi veren okullar kurmalarına getirilen kısıtlamalarla, Müslümanların din eğitimi veren okullar kurmalarını engelleyen ve onları imam hatipler gibi ara çözümlere zorlayan uygulamalar aynı mevzuattan kaynaklanmaktadır ve nihai çözüm, her inanç grubu için kimseyi tatmin etmeyen veya yasal dayanağı zayıf düzenlemelerden öte, bu konuda özgürlüğü esas alan yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç göstermektedir.

Ancak din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin sorunları çözecek bu temel düzenlemenin kısa vadede mümkün görünmemesi, özellikle iktidar partisinin bunu yapmak istemesi (örneğin Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu tartışmaya açması) durumunda başına gelebileceklere ilişkin korkuları göz önüne alındığında, kısa vadede kısmi rahatlama getirecek düzenlemelerin de küçümsenmemesi ve bu konuda atılacak her adımın desteklenmesi önemli görünmektedir. Başka bir ifadeyle, Heybeliada Ruhban Okulu’nun veya bir Yezidi okulunun, bir daha tartışmaya gerek kalmayacak biçimde hukuki güvenceye kavuşturulması için asıl yapılması gereken, devlet-din ilişkilerini özgürlüğü esas alacak biçimde yeniden düzenlemektir; ama bunu gerçekleştirmeye çalışırken, bugün için sorunu hafifletecek adımlar da desteklenmelidir. Dolayısıyla köklü çözüm perspektifi her an muhafaza edilmelidir.

Bu konuda iktidarın genel olarak iyi niyetli ve çözümden yana bir tutumundan söz etmek mümkün görünmektedir. Aslında din ve vicdan özgürlüğüne yönelik kronik yasaklardan mustarip olmaları dolayısıyla, Türkiye’de gayrimüslimlerin durumunu en iyi anlayabilecek olanların onlar olması beklenir ve bu konudaki yaklaşımları genel olarak olumlu görünmektedir. Yaşadığımız ülkenin hepimiz için yaşamaya değer ülke olması, herkesin hakkını-hukukunu korumaktan geçmektedir ve gayrimüslim vatandaşlarımızın hakları da bunun içindedir.

GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

Yorumlar kapatıldı.